Suyun akışını kendilerine çevirenlerin Türkiye çıkarması...
* Express Su Forumu Özel Sayısı, arka kapak.
** ancak su forumu biter "Su Serpici Forum" başlar: "Alternatif su forumu başlıyor!"
*** Dünya Su Forumlarının beşincisi, bu yılın Mart ayında, İstanbul’da dünya su politikalarını tartışmak üzere bir araya gelecek. Devlet yönetimlerinin ve özel şirketlerin domine ettiği forumda bugüne kadar ‘su’ sorununu yaratanlar konunun ‘çözümlerini’ arayacak. Bu güne kadar sosyal hareketleri dışlayarak alternatif forum süreçlerini doğuran bu kapalı ‘forum’un önemli gündemlerinden biri, Türkiye’deki su kaynaklarının ve baraj vb. yatırımların özelleştirme sürecine açılması.
Alternatif Forum süreçleri ise, Dünya Su Forumu toplantılarının sivil toplum kuruluşlarını ve su mücadelelerini dışlayıcı tavırları ve bu forumlarda aldıkları suyun özelleştirilmesinin önünü açan kararlara tepki olarak doğmuş süreçlerdir. Dördüncü Dünya Su Forumu’nun yapıldığı Meksika’da 320 şirket, devlet kurumları ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, kamusal su pazarının özelleştirilmesi ve bol kazançlı isletmelere dönüştürülmesi hakkında görüşmelerde bulundu. Meksika’daki sivil toplum örgütleri ise içme suyuna erişimin garanti altına alınmış bir insan hakki olarak hükümetler tarafından açıkça kabul edilmesini ve su yönetiminin demokratik, sürdürülebilir, adaletli ve eşit bir tarzda yürütülmesini talep etmişti. Dünya Su Forumu süreçlerinden dışlanan STK’lar bunun üzerine Dünya Su Forumu ile eş zamanlı alternatif forum düzenlediler.
Türkiye’de düzenlenen 5. Dünya Su Forumu da durum Meksika’dakinden farklı değil, Türkiye’den sadece bir kaç STK’nın “seçilerek” davet edildiği, yurtdışından çok sayıda sivil toplum kuruluşunun toplantı önerilerinin reddedildiği bir yapıda organize ediliyor. Bizler çok farklı bakış açılarından su konusunda mücadele eden kurum, kuruluş, STK, parti ve bireylerler olarak bunu kabul edilebilir bulmuyoruz ve 20-21-22 Mart tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi Santralistanbul kampusunde Alternatif Su Forumu düzenliyoruz.
Latin Amerika’dan, Afrika’ya, Uzak Doğu Asya’dan, Avrupa’ya kadar dünyanın her tarafında su konusunda mücadele eden hareketler ve bu konuyla ilgili araştırma yapan öğretim görevlilerinden, suyu anayasal bir hak olarak gören siyasetçilere kadar çok geniş bir çerçevede 3 gün boyunca SU’yu konuşuyoruz.
Alternatif Su Forumu 3 gün boyunca; Maude Barlow ( Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 63üncü dönem Su danışmanı), Jonathan Neale ( İngiliz yazar, Campaign Against Climate Change isimli iklim değişikliği kampanyasının sekreteri) gibi isimlerin yanı sıra Türkiye’den ve Dünyadan çeşitli su mücadelelerinin temsilcileri ile Türkiye’den Akın Birdal (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı) , Ufuk Uras ( ÖDP Milletvekili) , Sebahat Tuncel (DTP Milletvekili) , Ömer Madra ( Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni), Turgut Tarhanlı (Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku Profesörü) gibi isimlere ev sahipliği yapacak.
Alternatif Su Forumu, 20 Mart Cuma günü saat 17.00’de başlayacak etkinliklerin ardından 21 Mart sabahı saat 10.30’ da başlayacak Açılış Oturumu ve onu takip eden seminer ve atölyeler şeklinde devam edecek. Alternatif Su Forumu’nda ele alınacak 15 başlık ise şu şekilde ; “Türkiye’deki Ekolojik Tahribat”, “Ekolojik Su Yönetimi”, “Su Yönetimindeki Problemler ve Deneyimler”, “Su Krizi, Gıda Krizi ve Ekonomik Kriz”, “Hidroenerji, Barajlar ve Sürdürülebilirlik”, “Baraj Karşıtı Mücadele”, “Küresel İklim Değişikliği ve Su Politikaları”, “Sağlık, Yaşama Hakkı ve Su”, “İnsan Hakkı Olarak Su”, “Kamu Malı olarak Su ve Su Yönetimi”, “Hegemonya, Savaş ve Su Politikaları”, “Su ve Milliyetçilik”, “Su ve Kadın”, “Barajlar ve Kültürel Miras”, “Tarım ve Su Politikaları”
*** Basın özetinden.
http://www.alternatifsuforumu.org/
yararsız bir uzamda bu yatağın ne işi var?
Herhangi bir “odada yatağın yerini değiştirdiğinizde oda değiştirdiğiniz söylenebilir mi? Eğer değilse değişen nedir?”
Georges Perec, Yararsız Bir Uzama Dair, 1974
http://www.mekanar.com/tr/yarisma.html
Georges Perec, Yararsız Bir Uzama Dair, 1974
http://www.mekanar.com/tr/yarisma.html
artık değilim
Ulus Baker’in Körotonomedya’da yayınlanan (benim bilebildiğim başka bir kaynak da yok) “Hasta Kimdir?” başlıklı yazısına meylimin son günlerde tıp ilmine ve oradan da kaçınılmaz şekilde doktorlara yönelen şüphelerim ve giderek yadsıyışımla ilgisi olsa da işin ucunun Foucault’ya varacağını da sezmiştim. Foucault, bizim “Modern Zamanlarımızın” ne yalan söyleyeyim kötü gözle bakmamakta çok zorlandığı bir adamdı. Zira gerçekten de sol ve hatta sosyalist enternasyonalist bir söylemin modernin enternasyonalizminden etkilenmemesi kabil bile değildi. Post-modernin de kendisine özgü ve çok farklı hatta ufuk açan okumaları, moderne meyleden reflekslerimizle, dünyayı daha iyi yorumlamaya ve yeni sorulara olan açlığımız arasında didişmelere neden olmuştu. İşte Foucault da bundan nasibini alırken ne kadarını hak etti ya da biz onu ne kadar anladık o da ayrı konu.
Bu meselenin Türkiye’ye özgü diyebileceğim iki yönü var bence; ilk olarak söyleyebileceğim şey belki biraz daha tartışmaya açık olanı ancak bana göre kesinlikle önemli bir mevzu; Foucault çevirileri... Foucault’nun türkçeye yapılan çevirilerinin hemen çoğunda imzası olan Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirilerinin, onu orjinalinden okuma şansı bulamayanlar için nimetten sayılamayacağını iddia etmek isterim. Benim için Kılıçbay çevirileri gerçek birer can sıkıntısından ibaret ancak iddiamın arkasında olarak şunu da eklerim ki, bu çeviriler Foucault’ya büyük haksızlık.
İkinci mevzu ise daha net ve girişte de değindiğim mevzuya paralel ancak bu kez Ulus’a vereceğim sözü:
Türkiye gibi bir ülkede yaşayabilmek için iktidarlara karşı verilmesi zorunlu olan mücadeleler boyunca en azından birkaç noktada işe yarayabilecek olan bir düşünce ne yazık ki birtakım klişelere pek kolay feda ediliyor, oysa Foucault'nun büyük bir "doğruculukla" tasvir etmeyi başardığı "modern" denilen bütün bu kurumları, önce modern askeri kışla sistemini, ardından önce askeri sonra "sivil" hastaneyi, sonra zorunlu okulu, hapishaneyi ve bütün bu "disiplin" kurumlarını ithal eden bu satırları yazan kişi değil... biz kurumları pekala ithal etmişken bu eleştiriyi ithal etmemeyi makul görüyor haldeyiz...
ve buna da halen direniyor gibiyiz? Bu konu üzerinde böyle ısrarla duran burada Ulus değil benim zira Ulus yazısının girişini bu şekilde yaptıktan sonra doğru kendi konusuna dalıvermiş, bundan sonrası için bilhassa altını çizdiğim kısmını da aşağıda ben yazıyorum:
...Fabrika işçi için bir sorundur, tıpkı hastanenin hasta için bir sorun oluşturduğu gibi; cezaevi mahkum için bir sorundur, tıpkı okulun öğrenci için bir sorun olduğu gibi... bu durum bize bir zamanlar "muhafazakar mistisizm" adına Türkiye'ye rahatlıkla ithal edilmiş bir filozofun, Henri Bergson'un nedense bu ithalatta bulunmayan çok derin bir düşünce ve uyarısını hatırlatıyor: sorunlar ve sorular, sorulduklan anda öyle bir devreye girerler ki, onlara bir cevap bulmak zorunluymuş gibi gelir, bir öğretmenin soracağı en saçma-sapan soruya muhakkak doğru ya da yanlış cevaplar olmalıdır, öğrenci şöyle düşünecektir: soru verili olduğuna göre doğru bir cevabı var, onu söylemeyi başarmalıyım... doğruluk-yanlışlık kriterleri nedense soruların kendisi için yoktur, cevaplarda bulunurlar, böylece gün geçmez ki bizim için hazırlanmış ve medyada kotarılmış (buna ajanda deniyor) birtakım sorulara ve sorunlara muhatap olmayalım: psikolojik, sosyal, ekonomik sorunlar... neticede bu sorunların hangi anlamda şu ya da bu bireyi ilgilendiriyor olduğunu sormak bile anlamsızlaştınyor...
...Her durumda, birtakım olgusal gerçekler var: aileden okula, okuldan "vatani hizmete", oradan fabrikaya ya da "iş hayatına", bazen hastaneye, bazen cezaevine devredilip duruyoruz ölene dek... bu devir teslim işlevi, Gilles Deleuze'ün dikkat çektiği gibi hep bir "... artık değilsin" sözüyle gerçekleşiyor: okula başladığında sana "artık ailende değilsin" deniyor; böylece askerde veya fabrikada artık ailende ya da okulda değilsindir vesaire...
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,152,0,0,1,0
Bu meselenin Türkiye’ye özgü diyebileceğim iki yönü var bence; ilk olarak söyleyebileceğim şey belki biraz daha tartışmaya açık olanı ancak bana göre kesinlikle önemli bir mevzu; Foucault çevirileri... Foucault’nun türkçeye yapılan çevirilerinin hemen çoğunda imzası olan Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirilerinin, onu orjinalinden okuma şansı bulamayanlar için nimetten sayılamayacağını iddia etmek isterim. Benim için Kılıçbay çevirileri gerçek birer can sıkıntısından ibaret ancak iddiamın arkasında olarak şunu da eklerim ki, bu çeviriler Foucault’ya büyük haksızlık.
İkinci mevzu ise daha net ve girişte de değindiğim mevzuya paralel ancak bu kez Ulus’a vereceğim sözü:
Türkiye gibi bir ülkede yaşayabilmek için iktidarlara karşı verilmesi zorunlu olan mücadeleler boyunca en azından birkaç noktada işe yarayabilecek olan bir düşünce ne yazık ki birtakım klişelere pek kolay feda ediliyor, oysa Foucault'nun büyük bir "doğruculukla" tasvir etmeyi başardığı "modern" denilen bütün bu kurumları, önce modern askeri kışla sistemini, ardından önce askeri sonra "sivil" hastaneyi, sonra zorunlu okulu, hapishaneyi ve bütün bu "disiplin" kurumlarını ithal eden bu satırları yazan kişi değil... biz kurumları pekala ithal etmişken bu eleştiriyi ithal etmemeyi makul görüyor haldeyiz...
ve buna da halen direniyor gibiyiz? Bu konu üzerinde böyle ısrarla duran burada Ulus değil benim zira Ulus yazısının girişini bu şekilde yaptıktan sonra doğru kendi konusuna dalıvermiş, bundan sonrası için bilhassa altını çizdiğim kısmını da aşağıda ben yazıyorum:
...Fabrika işçi için bir sorundur, tıpkı hastanenin hasta için bir sorun oluşturduğu gibi; cezaevi mahkum için bir sorundur, tıpkı okulun öğrenci için bir sorun olduğu gibi... bu durum bize bir zamanlar "muhafazakar mistisizm" adına Türkiye'ye rahatlıkla ithal edilmiş bir filozofun, Henri Bergson'un nedense bu ithalatta bulunmayan çok derin bir düşünce ve uyarısını hatırlatıyor: sorunlar ve sorular, sorulduklan anda öyle bir devreye girerler ki, onlara bir cevap bulmak zorunluymuş gibi gelir, bir öğretmenin soracağı en saçma-sapan soruya muhakkak doğru ya da yanlış cevaplar olmalıdır, öğrenci şöyle düşünecektir: soru verili olduğuna göre doğru bir cevabı var, onu söylemeyi başarmalıyım... doğruluk-yanlışlık kriterleri nedense soruların kendisi için yoktur, cevaplarda bulunurlar, böylece gün geçmez ki bizim için hazırlanmış ve medyada kotarılmış (buna ajanda deniyor) birtakım sorulara ve sorunlara muhatap olmayalım: psikolojik, sosyal, ekonomik sorunlar... neticede bu sorunların hangi anlamda şu ya da bu bireyi ilgilendiriyor olduğunu sormak bile anlamsızlaştınyor...
...Her durumda, birtakım olgusal gerçekler var: aileden okula, okuldan "vatani hizmete", oradan fabrikaya ya da "iş hayatına", bazen hastaneye, bazen cezaevine devredilip duruyoruz ölene dek... bu devir teslim işlevi, Gilles Deleuze'ün dikkat çektiği gibi hep bir "... artık değilsin" sözüyle gerçekleşiyor: okula başladığında sana "artık ailende değilsin" deniyor; böylece askerde veya fabrikada artık ailende ya da okulda değilsindir vesaire...
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,152,0,0,1,0
on üç tezde yazarlık tekniği
1. Büyücek bir eseri kaleme almaya girişen kimse kendini hoş tutmalı ve günlük yazacağı kadarını bitirdikten sonra kendine, yazmayı sürdürmesini engellemeyecek her şeyi bahşedebilmelidir.
2. İstiyorsan, yapıp bitirdiğin işten başkalarına söz et, ama çalışma sürdükçe bir yerlerini okuma. Bu yoldan kazanacağın her hoşnutluk çalışma hızını kesecektir. Bu düzene uyulursa zamanla artacak olan kendini anlatma isteği gittikçe, çalışmanın tamamlanmasına yarayan ek bir itici güç olacaktır.
3. Çalışma çevresi konusunda gündelik hayatın orta-kararlığından kaçınmaya çalış. Adi gürültülerin eşlik ettiği bir yarı-sessizlik onur kırıcıdır. Buna karşılık bir müzik etüdünün ya da iş hayatından gelen bir ses kargaşasının eşliği, tıpkı gecenin kulakla duyulur sessizliği kadar yararlı olabilir. Böylesi sessizlik insanın içindeki kulağı keskinleştirse, o iç kulak kendi yoğunluğu sayesinde en sıra dışı gürültüleri bile silip geçen bir söyleyişin mihenk taşı haline gelir.
4. Sıradan el araçları kullanmaktan kaçın. İnce eleyip sık dokuyarak belli kağıtlar, kalem uçları, mürekkeplerde ısrar etmek yararlı olur. Bu araçların lüksü aranmayabilir, ama bolluğu olmazsa olmaz.
5. Kafandan hiçbir düşüncenin tebdili kıyafet geçmesine izin verme ve not defterini Emniyet’in yabancı uyruklular kayıtlarında gösterdiği sıklıkla tut.
6. Kalemini ilhama karşı duyarsız kıl, o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir kendisine ilhamı. Aklına gelen bir şeyi yazmakta ne kadar düşünceli bir çekingenlik gösterirsen, o ölçüde gelişip olgunlaşmış biçimde, gelip ellerine düşecektir. Söz düşünceyi fetheder, oysa yazı egemenliğine alır.
7. Hiçbir zaman aklına bir şey gelmez olduğu için yazmayı bırakma. Edebiyatçı onurunun bir buyruğu, yazmayı ancak ya uyulacak bir saat geldiğinde (yemek zamanı, bir buluşma) ya da eser bittiğinde kesmek yolundadır.
8. İlhamın gelmediği zamanı yaptığın eseri temize çekerek doldur. Sezgi bu sırada uyanacaktır.
9. Nulla dies sine linea-ama haftalar, pekala geçebilir.
10. Bir esere hiçbir zaman, üzerinde bir kere akşamdan gün aydınlanana kadar oturup çalışmadan bitmiş gözüyle bakma.
11. Eserin sonunu alıştığın çalışma odasında yazma. Gereken cesareti orada toplayamazsın.
12. Yazıya geçirmenin evreleri: düşünce –üslup- yazı. Temize çekmenin anlamı, dikkatin bu sırada artık yazı güzelliğinde toplanmasıdır. Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.
13. Eser, tasarımın ölü maskıdır.
“Tek Yön”, Walter Benjamin, Çev.:Tevfik DURAN, YKY yay., 2002, s.35
(bazı kısımlar bana fena vurduğu için vurgulanmıştır. bu vurgular ileride yazacaklarımın hem aracı hem de hammaddesi olacaktır)
2. İstiyorsan, yapıp bitirdiğin işten başkalarına söz et, ama çalışma sürdükçe bir yerlerini okuma. Bu yoldan kazanacağın her hoşnutluk çalışma hızını kesecektir. Bu düzene uyulursa zamanla artacak olan kendini anlatma isteği gittikçe, çalışmanın tamamlanmasına yarayan ek bir itici güç olacaktır.
3. Çalışma çevresi konusunda gündelik hayatın orta-kararlığından kaçınmaya çalış. Adi gürültülerin eşlik ettiği bir yarı-sessizlik onur kırıcıdır. Buna karşılık bir müzik etüdünün ya da iş hayatından gelen bir ses kargaşasının eşliği, tıpkı gecenin kulakla duyulur sessizliği kadar yararlı olabilir. Böylesi sessizlik insanın içindeki kulağı keskinleştirse, o iç kulak kendi yoğunluğu sayesinde en sıra dışı gürültüleri bile silip geçen bir söyleyişin mihenk taşı haline gelir.
4. Sıradan el araçları kullanmaktan kaçın. İnce eleyip sık dokuyarak belli kağıtlar, kalem uçları, mürekkeplerde ısrar etmek yararlı olur. Bu araçların lüksü aranmayabilir, ama bolluğu olmazsa olmaz.
5. Kafandan hiçbir düşüncenin tebdili kıyafet geçmesine izin verme ve not defterini Emniyet’in yabancı uyruklular kayıtlarında gösterdiği sıklıkla tut.
6. Kalemini ilhama karşı duyarsız kıl, o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir kendisine ilhamı. Aklına gelen bir şeyi yazmakta ne kadar düşünceli bir çekingenlik gösterirsen, o ölçüde gelişip olgunlaşmış biçimde, gelip ellerine düşecektir. Söz düşünceyi fetheder, oysa yazı egemenliğine alır.
7. Hiçbir zaman aklına bir şey gelmez olduğu için yazmayı bırakma. Edebiyatçı onurunun bir buyruğu, yazmayı ancak ya uyulacak bir saat geldiğinde (yemek zamanı, bir buluşma) ya da eser bittiğinde kesmek yolundadır.
8. İlhamın gelmediği zamanı yaptığın eseri temize çekerek doldur. Sezgi bu sırada uyanacaktır.
9. Nulla dies sine linea-ama haftalar, pekala geçebilir.
10. Bir esere hiçbir zaman, üzerinde bir kere akşamdan gün aydınlanana kadar oturup çalışmadan bitmiş gözüyle bakma.
11. Eserin sonunu alıştığın çalışma odasında yazma. Gereken cesareti orada toplayamazsın.
12. Yazıya geçirmenin evreleri: düşünce –üslup- yazı. Temize çekmenin anlamı, dikkatin bu sırada artık yazı güzelliğinde toplanmasıdır. Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.
13. Eser, tasarımın ölü maskıdır.
“Tek Yön”, Walter Benjamin, Çev.:Tevfik DURAN, YKY yay., 2002, s.35
(bazı kısımlar bana fena vurduğu için vurgulanmıştır. bu vurgular ileride yazacaklarımın hem aracı hem de hammaddesi olacaktır)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)