bağımsız medya'da son duruma küçük bir değim!

0 yorum
istanbul.indymedia.org'un iki haftadır kapalı oluşunun ardındaki saldırının kokusu burnuma "kontr" çeken bir "iç güvenlik siyasetinin" kokusu olarak geliyor nedense.

Indymedia'nın tamamen sansürsüz platformu, tek "kural" olarak ortaya koydukları "ırkçı" olmayan ve temel haklara saygılı davranan tüm yayınlara geçiş izni verirken, eleğin üstünde de elbette bir takım tortular birikecekti. Yani sadece yukarıda saydığım kriterlere uymayan ve elbette teknik (tekrar edilmiş, okunamaz, erişilemez sahte link vs.) gerekçelerle kaldırılan iletilere engel konulmaktaydı izlediğim kadarıyla. Peki o halde saldırının nereden geldiğini sezmek çok mu güç? Pis bir koku alıyorum...

(Üstelik bu kadar uzun sürmesi de ayrı bir kaygı vesilesi; daha önce uluslararası ağının iletişimi de çeşitli defalar çeşitli ülkelerde engellenen indymedia, bu tip saldırılara da yabancı değildir sanırım... ama şimdilik iki haftadır uğraştıran bir hasar, benzerlerinin üstünde bir hali işaret ediyor sanki.)

Öte yandan %52.org'un da uzun süredir (taa Aleksis'in öldürülüşünden bu yana) yayınlarını askıya aldıklarını görüyorum. Aleksis'e bir saygı duruşu olarak anladığım ilk haftalardaki sessizliği ayları aşarak uzayınca bir sürü soru getiriyor akla. Umarım bunun nedeni sadece uzunca bir destek suskunluğu ya da belki de siteye emek koyanların Atina yolculuğudur...

denemelerim

0 yorum
1- hislerini deneyimleme kapasitesini kaybedince kişi, takvimden çıkarılmış gibi olur...
büyük kentin mimarı ise bu hissiyatın pazar günleri gerçekleştiğini bilir.

1- deneyimlenen duygular için kapasitesini kaybeden adam, sonunda takvimden düşer...
büyük kent konutçusu bilir ki bu his pazarındır.

1- takvimden düşmüş olarak hislerini deneyimleme kapasitesini kaybeden adam...
büyük kentin inşacıları bilir ki; bu hissiyat pazar gününün hissiyatıdır.

1- adam kim kaybeder kapasitesini deneyimlenme için hisleri o olarak düşer takvimden....
büyük şehir konut inşa edicisi bilir bu duygulanım pazarda.

dinle küçük adam..!

1 yorum

"…Büyük adam, senin hoşuna gitmek için, senin o beş para etmez dostluğunu kazanmak için, kendini senin düzeyine indirmek, senin gibi konuşmak zorundadır, Küçük Adam; senin özelliklerine bürünmek zorundadır. Ama senin özelliklerine sahip olsa, senin dilini kullansa, dostluğunu kazansa, artık büyük, gerçek ve sade olmayacaktır. Kanıt mı istersin; Senin dilediğin gibi konuşan dostların olmadı asla.

Senin bir dostunun büyük bir başarı sağlayacağını sanmaz, buna inanmazsın. Aslında içinden kendini küçük görüyorsun; hatta –ya da özellikle- değerli, onurlu olduğunu gösteren şeylerle böbürlenirken bile küçük görüyorsun kendini; kendini küçük gördüğün içindir ki senin dostun olan birine saygı duyamazsın. Seninle aynı masada outran ya da seninle aynı evde yaşayan birinin herhangi bir büyük iş başaracağına inanmazsın. Senin yakın çevrende, Küçük Adam, düşünmek çok güçtür. İnsan ancak sana değgin düşünür, seninle birlikte değil. Çünkü büyük düşünceleri, geniş kapsamlı düşünceleri gırtlaklarsın sen… kocana inanmazsın, ama gazetelerde yazanlara, anlasan da anlamasan da olduğu gibi inanırsın.

Bak, beni dinle, Küçük Adam: içinde bulunan iyi ve değerli şeyleri duyamaz oldun artık. Boğdun bu iyi duyguları, gırtlakladın. Başkalarında –çocuklarında, karında, kocanda, babanda ve ananda- bulunduğunu sezinlediğin an kalkıp onlardaki iyi şeyleri de öldürüyorsun. Küçüksün sen ve küçük kalmak istiyorsun…"

Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam, Payel yay., 3. basım, Ekim 1984, İstanbul

sinikler

0 yorum

“Bugün sinikler yani toplumu anlayan ve ona alaycı ve eleştirel bir şekilde bakan insanlar, toplum karşısındaki yabancılıklarını, depresyonlarını ve hatta melankolilerini kontrol altına alarak topluma katılmayı öğrenmiş durumdalar. Bu sinikler, toplumu olduğu gibi, bütün kötülükleriyle gördüklerini düşünürler, ama asla değişemeyeceğine inanırlar. Bu yüzden de topluma katılırlar... daha da ötesi sinikler değişmeye karşı direnirler. Böylece toplumu, tüm kötülükleriyle birlikte ve en sofistike biçimde korumayı üstlenmiş olurlar.”

Ergin Yıldızoğlu (yani sanırım o)

öykü yazan adam

0 yorum
Artık iyice daralmıştı. Ekonomik göstergelerin tuhaf, anlaşılmaz hale getirilmiş terimleri arasından bir yolunu bulup resmin tamamını okuyamaz hale gelmişti... bu nedenle de kendini çaresiz hissetmesi bir yana ahmak gibi görüyordu. Herşeyin ortada olduğunu, ama olsa olsa biz salakların bunu yorumlayamadığı telkinini yememiz için televizyonlarda sunulan ekonomi-politik tartışmalarıyla önüne konan göstergelerden emin olamıyor, çözüm önerileri ya da kestirimlerin niyetini ise ancak sezebiliyordu. Üretim mallarının döngüye girdiği piyasalar, “para piyasaları”nca tayin edilen “racon”a uygun şekilde hadım ediliyor bunu yaparken de ulu bir “ekonomizm”den destek alıyordu, hissetiği de işte hepi topu buydu.

Fakat tüm bu “makro-ekonomik” resmin kıyısında bir boya lekesi gibi öylece asılı duran işi artık tehlike altındaydı. Dört aydır maaş alamadığı gibi yemek parası da kesilmiş olduğundan karın tokluğuna dahi çalışamıyordu. Bırakıp gitmek en kolayı gibi görünüyor ama içeride birikmiş ücretleri ve tazminat haklarını alabilmek için bekliyordu.

İşte bu sıkıntılı günlerde, sıkıntılı günlerinde bir çıkış yolu bulabilmek amacıyla internetten birşeyler tararken karşısına çıkan bir öykü yarışmasına, sırf para kazanabileceği umuduyla iki günde bir öykü yazıp yolladıktan sonra hayatı değişen bir adamın öyküsünü yazmaya başladı. Bu öyküyü hiçbir zaman yollamadı ancak sonraki günlerde gelişen tuhaf birkaç olay yüzünden hayatı değişecekti. Ancak şimdi bizim konumuz bu değil, adamımızın bu serüvenidir. Öykü yukarıda dediğimiz gibi bir hikayeye dayanıyor ve şu şekilde başlıyordu:

“Artık iyice daralmıştı ve bu sıkıntılı günlerinde bir çıkış yolu bulabilmek amacıyla internetten birşeyler tararken karşısına çıkan bir öykü yarışmasına, sırf para kazanabileceği umuduyla iki günde bir öykü yazıp yolladıktan sonra hayatı değişen bir adamın öyküsünü yazmaya başladı...”

Yazdığı bu satırlar adama tanıdık geliyordu zira tanıdık geldikçe tuhaf bir hisse kapılıyor, bulunduğu zemin sanki buz tutmuş da bir yandan donuyor bir yandan bir tünele doğru kayarak uzaklaşıyordu. İşin aslı dışarıdan da görünen oydu ki o anda bulunduğu pozisyon çok tuhaftı, fakat bu tuhaflığı getiren onun bu haldeyken oturmuş bir hikaye kaleme alıyor oluşu daha da tuhafı bundan maddi medet umuyor olmasıydı. Oysa kendisi de çok iyi biliyordu ki bu ülkede yazından para değil düşman kazanılırdı. İleride bunu şöyle açıklayacaktı:

“Ben de farkındaydım ki o zor ve köşeye sıkışmış vaziyette oturup bir fantezi üzerine sakince hikayeler kaleme almak, üçüncü krizindeki Sokrates’in boş iyimserliği gibiydi. Ama tam olarak da öyle değildi zira içinde bulunduğum bu edimsizliğe ve edimsizliğin çaresizliğine ve çaresizliğin ölüm sessizliğine de bir moral olacaktı bu, başka bir gaye aramak da gülünç kaçıyordu zaten.”

Gülünç kaçan şey bu öyküyü bir yarışmaya sokup ödül beklemenin ta kendisiydi. Aslında bunu söylerken sadece oradan gelebilecek para ödülünü değil adı ünlenmiş bir öykücü olarak tanınmanın hazzını da kastediyordu.

Konu etrafında dolaşmak ne kadar çekici olsa da öyküye yani asıl konumuza dönelim; öyküsüne devam ettiği ertesi gün, uyuyup da uyanmışlığın verdiği bakış farkıyla olsa gerek hikayeden uzaklaşıp, öyküsünü yazma hikayesi üzerinde durmaya başladı. Saatler boyu yazıp yazıp sildiği paragraflar boyunca öyküyü değil, öykü yazan kendisini görüyor ve onu anlatmak için yanıp tutuşuyordu adeta. Bu gidişte öykünün yazılamayacağını, daha önce başlayıp başlayıp bıraktığı sayısız denemesinden biri olacağını bilmek bile canını sıkmaya yetmiyordu, anlattığı kendi hikayesiydi. Saatler sonra sonunda bilgisayarına kaydettiği paragraf şu şekildeydi:

“Yazdığı bu satırlar adama tanıdık geliyordu zira tanıdık geldikçe tuhaf bir hisse kapılıyor, bulunduğu zemin sanki buz tutmuş da bir yandan donuyor bir yandan bir tünele doğru kayarak uzaklaşıyordu. İşin aslı dışarıdan da görünen oydu ki o anda bulunduğu pozisyon çok tuhaftı, fakat bu tuhaflığı getiren onun bu haldeyken oturmuş bir hikaye kaleme alıyor oluşu daha da tuhafı bundan maddi medet umuyor olmasıydı...”

Artık iyice daralmıştı...

küresel yap-bozun 7 gevşek parçası

0 yorum























"Niçin Savaşıyoruz? Dördüncü Dünya Savaşı Başladı * " dan bir görselleştirme denemesi.

ayr.bkz.:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=direnis+cepleri

voltaire vs bakunin :)

0 yorum



annus terribilise

0 yorum
lat. korkunç yıl
yanl.yor.lat. korkunç anüs
çağr.lat. kıça giren yıl

* ekşiye tşk

ayr.bkz.: http://isikaybi.blogspot.com/2009/01/2009-diye-kod-ad-olmas-tuhaf-gelmeye.html

küçücük fıçıcık

0 yorum
Amsterdam'da tek bir gün geçirme şansınız var, zira Antwerp'ten dönüş uçağınızı bilerek Amsterdam'dan ayarlamanıza rağmen sadece son iki gününüzü oraya ayırabilmişsiniz.

Buralardan gidildiğinde midir nedir, ne Hamburg, ne Antwerp ne Barselona'ya benzemeyen bir gariplik var bu kentte. küçücük ama içi dolu turşucuk gibi birşey. Elli tane şey anlatılabilir ve burada bir daha anlatmam ise tekrara kaçabilir. Sadece netten bile yüzlerce yazı binlerce fotoğraf incelenebilir. Ama başta dediğim gibi bu tuhaf, keşfetmek isteğini kamçılayan bu kentte sadece bir gün geçirme şansın olsa bu günün yarısını bir müze binasının içinde geçirir miydin?




















Evet. Amsterdam'daki tam 4 buçuk saatimi Van Gogh Müzesinde geçirdim. Çıktığımda tabanlarım sızlıyordu ve sersemlemiştim, ama sersemleten yorgunluk değil müzenin zaman-dizinsel ziyaret rotası üzerinde gittikçe artan şaşkınlık, hayranlık ve kederdi. Daha önce çok resmini görmüştüm, bayılmıştım ama gördüklerimin hiçbiri görmekte olduklarımdan biri bile değildi sanki. Bir resmin birebir etkisinin, bir performansın eş-zamanlılığının bu denli güçlü olabileceğini daha evvel nedense kestirememiştim. Zaman-dizinsel seyir zaten bildiğim ya da bildiğimizi sandığım sona doğru ilerlettikçe yanılgımın da ötesinde derin bir hüzne, bir kaygıya kapıldım. Sanki az sonra, büyük ihtimalle "son tablosunda" onun ölümüne tanıklık edecekmiş gibi. Sarı rengi kullanışından bahseden hiçbir yazı orada gördüğüm sarıyı anlatamamıştı, hiçbir tasvir o rölyefe kayan boya katmanlarını betimleyememişti sanki.

Evet ilk kez gidilen bir kentte, üstelik bu kent Amsterdam bile olsa, sadece bu serginin ziyareti bile tek başına bir seyahattir derim ben.

ikibindokuz onsekizbin eder

0 yorum
Bu yılın kod adının 2009 olması tuhaf gelmeye başladı bana, yıl gibi değil de sanki seri üretim bir malın aradaki öylesine, birbirinin tıpa tıp aynı numunelerinden bir parti gibi. belki de bu yüzden arada kalacak, yitip gidecekmiş gibi bir his var içimde bu yıla dair. ama hemen bir dipnotla kendime cevap vereceğim, o da ayrı yani...

(uzunca düşünmeler, monitöre ayrı, klavyeye ayrı bakmalar, duvardan mana ummalar ve bir süre sonra)

neyse ben bir dipnot yazacağım şimdi:

dipnot: ben birşeyi hissediyorsam ya da mesela bir şans oyunu oynuyorsam çok ciddi ve vahim bir şekilde tam ters yöne doğru gidiliyor olabilir. bununla ilgili burada sayısız örnek geçmek istemiyorum ama şu kadarını diyeyim ki; insanlığın selameti için yukarıda dediklerimin arkasında durmak boynumun borcudur, o kadar...

ısıkaybı

Fotoğrafım
yalnızlık ürpertmez, ürperten ısıkaybıdır.