ısı

Leş gibi ağırlaşmış günün akşamında kamburuyla birlikte ağırdan çıkıp bahçeye isteksizce bir sigara çekti paketten ve filtresini kırıp attı. Parmak ucundan kararsız bir nefes çekti, dudağındaki tütün kırıntısını tükürdü ve dumanı oflar gibi üfledi.

Göz kapaklarının içinde gördüğü grimsi düş karşıdaki koruluğun yavaşça oluşan görüntüsüdür. Sağda kümelenmiş bir öbek servi, tepeleri sivri ve rüzgarda eğilmiş, diplerindeki koyu gölgede tek tük beyaz taşlar seçiliyor. İşte tam burada, servi gölgesinde, taşların arkasında toprağın kızıl olduğunu biliyor fakat yolu yok, ortalık o denli gri ki, göz kapaklarını iyice sıkarak boğmaya çalıştığı griliğin arasında üstün körü bir karalamayı andıran, killi toprak ile kuru yaprak karışımı bir imgeyi ancak fona iliştiriveriyor.

Bir dokumacı gibi sola doğru devam ediyor; servilerin solunda tekrar başlayan ağaç kümesiyle serviler arasında bir açıklığa dikkat kesiliyor. Büyük olasılıkla hemen orada, arkadaki tepelerden inerek ilerideki tümseğin arkasına gizlenmiş, ana yola bağlanan bir patika var fakat ne bir yol ne de ezilmiş patika toprağı seçilebiliyor. Merak ve sıkıntıyla daha fazla dikkat kesilip görüntüyü yakınlaştırmaya çalıştıkça, koruyabildiği tüm samimiyetine rağmen orada olmaması gereken bir sürü hayal gözlerinin önüne geliveriyor. Kovalayıp uzaklaştırdığı bu hayallerden geriye kalan sadece açık renk bir leke.

Şimdi ortalık biraz daha aydınlık çünkü fark ettiği gökyüzüdür. Lekeler içinde açık bir gökyüzü, lekeler karşıdan alçalan güneşin kararttığı bulutlardır. Havaya dikkat kesilir kesilmez resmin üstünü sağdan sola tamamen tarıyor ve gördüğü, hiçbir vaadi olmayan koyu bulutların alacaladığı bir gökyüzü. "Demek ki", diye düşünüyor, "arkası düzlük". Güneşin tam yerini kestirmeye uğraşıyor, bulutların ışığına, ağaçların gölgesine bakıyor, emin olunacak kadar bariz bir belirti yok.

Açıklığın sağında yani artık görüntünün tam ortasında neredeyse simsiyah bir karartı görüyor, bunlar güneş tepedeyken gölgesinde durulmaz kızıl çamlar. Taçları neredeyse iç içe geçmiş ve boyları bir olmalı ki karartının tepesi oldukça düz. Aynı zamanda dikilmiş olduklarını düşünüyor, insan işi yani. Gövdelerinin sadece tepelerini seçebiliyor, tümseğin arkasında kalmış onlar da.

Bu sırada bir şey fark ediyor: az önceki koyu lekenin tümsekte kesildiği hattın az altında aşağıya doğru daralan yumru gibi bir leke daha var. Bir tarlanın sınırınca işlenmiş başaklık olsa gerek. Fakat asıl hoşuna giden şey, bu lekenin yukarıdaki çam koyuluğunun oluşturduğu lekenin devamı, kalan parçası gibi görünmesi. Birden canlanıyor...

Kafasını arkaya atarken gözleri hala kapalı, ağrıyan boynunu esnettikten sonra sigarasından bir nefes daha çekti. Dudaklarına yapışan tütünü iki parmağıyla toplayıp yuvarladı ve ayaklarının dibine bıraktı. Dudaklarına sinen katranı diliyle tadarken gözleri hala kapalı.

Ayaklarının önünde uzanan sarı bir çayır olmalı ki yılın bu vaktinde toprak bu denli ışıltılı olmaz. Yumrunun sağında, ondan biraz uzakta bu sefer sarı olduğundan neredeyse emin olduğu bir saman yığını var, dikkatli baktığında tüm çayırda düzenli aralıklarla bu kümelerden onlarcasının daha olduğunu görüyor.

En solda, görüntünün kıyısında sıkışıp kalmış bir elektrik direği görüyor, "bu bir resim ya da fotoğraf olsaydı büyük olasılıkla her gören bu kadrajın acemice olduğunu söylerdi" diye düşünüyor. Kendi deneyimi için bunun geçersiz olduğunu biliyor ancak yine de tedirgin oluyor, bir hileye başvurmamak konusunda kararsız. Etrafını inceliyor direğin, solunda hiç yer kalmamış hatta gövdesinin bir kısmı görünmüyor, lambasının boyun uzattığı kısım eksiksiz. Direğin öbür yanında ona destek olacak bir yapı da yok. Sadece direğin dibine doğru göz gezdirirken aşağından geçen yolun ucunu seçiyor. "İşte bu iyi" diye düşünüyor, “iyi?”. Tekrar başlıyor, dikkatli olmalı ve buraya kadar getirmişken herşeyi rezil etmemeli. Bu kez kararlı, orada ne varsa, hiç tereddüt etmeden ve sorgulamaksızın yerine yerleştirecek. Tekrar dikkat kesiliyor direğe, gövdesinin bir kısmı eksik, lambası bir kanca gibi sağa doğru sarkmış, direğin dibinde, önünde boydan boya uzanan set alçalarak görüntüden çıkıyor, yol seçilemiyor ancak direğin yol aydınlatması olduğunu tahmin etmemek saflık olur.

Direkle kızıl çamların arasındaki kayalığı ancak seçebiliyor. Arkasındaki yamacı yola varmadan sırtlamış cefakar bir kayalık. Üzerindeki kırıkların arasında inatla boy vermiş bir kaç çalı çırpı kayanın sırtındaki yeşilliklerden yuvarlanan tohumlardan boy vermiş. Yol çalışması için mi patlatılmış yoksa durduğu yerde dökülen kırıklı bir kayaç mı diye düşünürken yeniden yorumlamaya başladığına sıkılarak ayıyor.

Gözleri açıkmış gibi doğrudan kayalığa bakarken kafasını yana büktü, sanki eserini inceliyordu. Bir nefes daha çekmek için dudaklarına götürdü, avurtları dumanla dolarken parmaklarında çıtırdayan korun sıcağını hissetti. El yordamıyla ıslak ve ezilmiş ucu buldu ve sigarayı tutan parmaklarını boşa aldı. En ucundan parmak ucuyla kavradığı sigarasından son nefesini çekti.

İmgesine son rotuşları yapmak için sağı solu sakince inceliyor. Serviler, patika, kızıl çamlar, alttaki başaklık ve sapsarı çayır, solda direk (ki yine takıldı kafası istemeden), lambası kayalığın üstüne sarkarken kayalık da yolun işte hemen kıyısında duruyor. Gökyüzü şimdi daha da aydınlanmış gibi, "ne tuhaf, tepemde gün batarken burada gün doğuyor sanki" diye düşünüyor. Servilerin arasına dalıyor, o taşlar mezar taşı mı? Düşünmüyor görüyor artık, emin olmak için kayalığa çeviriyor gözünü, ara verip tekrar bakacak ama kayalıkta biri var. Şaşkına dönüyor, panikten neredeyse gözlerini açacak, kaçıyor kayalıktan.

Şimdi saman yığınlarının oraya, oradan kızıl çamlara oradan başakların arasına oradan, boydan boya tümseğe göz gezdiriyor, bir noktada bir an duraklasa karşısına yeni bir detay çıkacak diye korkuyor, bakışlarını kaçırmaya, sakinleşmeye, vakit kazanmaya çalışıyor adeta. Acaba adam gitti mi?

Sigarası parmaklarını yakmaya başladı, bir adım öteye eğilerek yere bıraktı sigarasını, yerini belleyerek doğruldu ve ayağıyla ezdi. Gözlerini ovuşturdu, sanki tahtayı sildi, kafasını iki yana sertçe salladı, bir daha deneyecek.

Mezar taşlarını görüyordu, gerçi epeyce uzakta, epeyce ufaktılar ama ağaçların arasında daha diplerde ya da yolun kıyısına doğru apaçık, dizi dizi mezar taşlarıydı bunlar. Nasıl olmuştu da az önce fark etmemişti, ışık dönmüş olmalıydı. Gökyüzünde güneşin izini arıyor, az eğilse belki de, ağaçların arasından hüzmesini seçecek.

Adam geliyor aklına, kayanın eteğindeki bir çıkıntıya ilişmiş, belki de otobüsü bekleyen bir köylüdür diyor. Bacaklarının arasında sıkıştırdığı heybesini faş ediyor adam, bu bir yolcu. Daha biraz önce çatlakların arasından baş vermiş filizleri bile tek tek seçerken bu adamı görememiş olmasına şaşırıyor, onu da çalıların arasına karıştırmış olabileceğini düşünüyor ama nasıl olur, adamın gömleği bembeyaz! Evet endamı çalılar kadar ama aralarında öyle büyük bir renk farkı var ki, bunu ayırt edememek için kör olmalı diye düşünüyor. Az önce inmiş olabileceği otobüse ya da yürüyüp gelmiş olabileceği yöne bakıyor, elektrik direğinin arkasına doğru sarkabilse görecek.

İki küçük adımla küpeşteye vardı, iki eliyle kavrayıp üstüne abandı ve öne doğru sarktı.

Direğin tamamını görebiliyor, hatta ardındaki görüntüyü tam olarak odaklayamasa da yolu seçebiliyordu. Sağa baktığında ise birden yüzünde bir sıcaklık hissetti. Daha sağda, ileride serviler seyreliyor ve aralarından güneş parlıyordu, demek oradaymış diye düşünürken gülümsüyor.

Rahatlamıştı, ılık akşam rüzgarı gömleğinden içeri süzülüyor, uzaklardan denizin kokusunu taşıyordu. Doğruldu, ellerini cebine sokarak havayı derin derin içine çekti. Kafasını kaldırdığında ışıltılı, yumuşak renkleriyle bulutları fark etti, sanki deniz göğe yükselmiş de verandanın saçak dantelleri sahilini örüyordu. Hafiflediğini hissetti.

Şimdi çocukluğunu düşünüyor. Gözleri, kafasının içine dönüp oralardan çıkarmayı umduğu resimleri kovalar gibi göz kapaklarının altında kıpır kıpır.

Rüyasında top oynuyor, adını şu anda hatırlayamadığı ustura tıraşlı, koca kafalı çocuktan topu istiyor, top acemi bir vuruşla soldaki bayırdan aşağı doğru kaçmaya başlıyor. Topun yirmi metre kadar aşağıda takılıp kaldığı yer bir çalılık, bayır çakıllarla kaplı ve düşmemek için o kadar tedbirli ki, kıç üstü kayarak inerken pantolonunun yırtıldığının bile farkında değil. Kuşburnunun dikenleri elini dalıyor, top patlamamış neyse ki. Elinde topla yukarı çıkamayacağını anlıyor, topu sırtına, atletinin altına sıkıştırıyor. Her tırmandığı metrenin yarısı ziyan, kolları da bacakları da sızlıyor artık, avuçları sıyrık içinde.

Topun yavaştan süzülüp sırtından aktığını duyuyor, arkasına dönemeden top yuvarlanıp kaçıyor, arkasından öylece bakıyor, yapacak birşey kalmayınca oturup anısını kaydetmek istiyor sanki, pür dikkat...

Derin bir iç çekti, gömlek cebinde sigarasını el yordamıyla buldu ve filtresini kırıp dudaklarına götürdü. Sigarasını yakmadı, dudaklarında öylece sallanırken, çakmakla oynuyor, uyanıyordu.

Güneş iyiden iyiye alçalmış, kayalıktaki adam gitmiş, rüzgar biraz daha serin şimdi, hafif bir ürperti geliyor.

.....

İçeri geçmek için arkasını döndüğünde gözlerinin hala kapalı olduğunu fark etti, hiçbirşey göremediği için gözlerini açmayı düşündü. Elbette buna henüz izin veremezdim, daha vakti gelmemişti. Yanına yaklaştım ve omzuna dokundum, irkilerek bana doğru döndü, şaşırmıştı çünkü görmeyi beklediği birşey değildim.

İki ihtimal olabilir, ya dehşete kapıldı ve geceleyin yüzüne tutulan fenerin ışığı karşısında bir tavşan gibi dona kaldı ya da yeni bir rüyaya daldı, kafasının içindekilerden korkmayı henüz bilmiyordu. Ona şimdi hazır olmadığını ancak hazır olduğunda, az önce baktığı manzaraya gözleri açık bir kez daha bakabileceğini ama ondan da önce şu anda daldığı rüyadan uyanması gerektiğini anlattım. Sanki beni dinlemiyor ya da en azından anlamıyor gibiydi. Tüm dikkatiyle beni inceliyordu.

Ağacın tepesinde buldum kendimi, o ise en tepedeki dala çıkmış, olgun meyvelerin hepsine el koymuştu. Bizim yaklaşmamıza, meyveleri ellememize bile izin vermiyor, kalesini savunuyordu. Kendisi de hiçbirine ellemiyor, adeta yemek için değil ama bizim yemememiz için onları alıkoymak kendisini gerçek bir tiran gibi hissettiriyordu ona. Diğer çocuklar bu rolü çoktan sahiplenmiş, verdiği görevler gittikçe anlamsız ve güç hale geldiği halde büyük bir şevkle emirleri uyguluyor, gözüne girdiklerinde alabilecekleri meyvelerin hayalini kuruyorlardı adeta. Kupkuru, yapraksız bir dalın üstünde onları izliyordum.

Hala ağaçta olmalıydı ve beni de orada, hayalinde tutmak için gözlerini sımsıkı yummuş, direniyordu. Beni iteklemesine izin vermemek için kollarımı ileriye doğru iyice uzatarak omuzlarını sıkıca sarstım, boynu acımıştı, ellerini boynuna götürürken bıraktım. Şimdi bir yandan ilerideki tümseğe doğru bakıyor bir yandan da boynunu ovuşturuyor.

Saman tepelerinin arasında bir at arabası, yükünü almış yola doğru uzaklaşıyordu, başaklarını artık taşıyamayan buğdaylar rüzgarda dalga dalga yatıp kalkıyor, kızıl çamlardan havalanan kuş herhalde yuvasına dönüyor, kayalık iyiden iyiye karanlığa gömülüyordu.

Sigarası dudaklarına yapışmıştı, ağzından çekerken kağıdın bir parçası dudaklarında kaldı, diliyle ıslatıp yuvarladı ve tükürdü. Sigarasının kalanını yaktı, bana kayıtsız kalmaya çalışıyordu belli ki biraz da sakinleşmek, kızdırmıştım onu.

.....

Alacakaranlığın kör edici ışıkları altında herşey birbirine karışıyor, manzara adeta renksiz bir minyatüre dönüşüyordu. Herşey yer değiştiriyor, ağaçlar mı bulutlara yoksa bulutlar mı ağaçlara dönüşüyordu artık seçemiyordum. Etrafıma bakınmaya başladım ve hemen yanıbaşımda onu, arkasındaki saman yığınlarından güç de olsa ayırt etmeyi başardım. Ellerini verandanın çitine dayamış, elindeki sigarasının koru, uzayıp gitmiş küllerin altında kaybolmak üzereydi. Kül bir perdenin ardında seçebildiğim bu kor o anda çevremdeki tek renkti, gözümü alamadan bakıyordum.

Ne kadar geçtiğini kestiremediğim bir süre sonra ellerini farkettim, eller onundu. Ama onu net olarak seçemiyordum, uykuya dalmış olmasa biraz olsun hareket eder ve ben de kımıldayan hatlarından onu kestirebilirdim diye düşündüm ancak artık bilemiyorum, derin bir uykuya mı kapaklanmıştı yoksa sımsıkı yumduğu gözlerinin ardında dalgın dalgın etrafı mı seyrediyordu. Gözlerini yokladım, düşlerindeyken kıpır kıpır oynaşan gözleri şimdi sabitti, göz kapakları, yummaktan yorulan kaslarıyla suratını buruşturmuyordu, uyuyor olmalıydı.

Karanlık çöküyordu, ertafta olup biten tamamen kontrolümden çıkmış haldeydi, hiçbirşeyin yerini tam olarak kestiremiyordum ve o uyuyordu. Derin, kapkara ve rüyasız uykusu her yeri kaplarken ben gittikçe körleşiyordum.

Omuzlarımda sımsıkı iki el hissettim, şiddetle sarsılıyordum, kollarım birer külçeye dönüşmüştü de karşı koyamıyordum sanki. Oydu bu biliyordum ve az önce ona yaptığımın intikamını alıyor gibiydi, bana yardım etmek için böyle davrandığını düşünemeyecek kadar bitap bir haldeydim, alınmış ve kızmıştım, bu nedenle aradığı intikamsa bunu başarmıştı.

Sabaha henüz birkaç saat olmalı, hava iyice soğudu, sessizlik soğukta kayboluyor, hava kendi içinde çınlıyor gibi. Bekliyoruz, ne tuhaf, her şeyi anladığımı sandığım yerdeyim ama avuçlarımdaki küpeşte hakkında dahi bildiğim tek şey ne kadar da kuru olduğu, başka hiçbir şey değil.

Yüzlerimizi verandanın dışına doğru çevirmiş ilerideki koruya doğru dümdüz bakıyoruz. Gelişi önlenemez şafak vaktini beklerken hiçbir beklentim yok, ne tuhaf, şafak yolda, uykum geldi!

Hiç yorum yok:

ısıkaybı

Fotoğrafım
yalnızlık ürpertmez, ürperten ısıkaybıdır.