Ehlileştirilmiş burjuva zevklerine değinirken, trekking deyu gavur yürüntüsü, step, fitness gibi uydurma sporlar, çeşmeden su içmek hayali bile kurulamazken artık işlenmiş içme suyuna rağbet, deniz ve güneş turizmi ya da alışveriş merkezi turizminin evrensel sarhoşluğu ve doğanın yeniden, yapay kurgusu. Müzik bir işyeri gürültüsü ya da arabada motor uğultuşu, resimler tişört baskısı, heykeller maskot ya da gümüşlüklerde birer biblo. Roma aristokrasisi bir vazo, Endülüs mimarisi, bir Ankara sundurma kapatması, Osmanlı tarihi birer kök boyalı kilim ya da kebapçılarda şark köşesi zırvaları olarak hala yaşıyor evet... Beğeni nerede kaldı? Mozart’ın sipariş üzerine bestelediği şarkıları dinlerken, bu topraklarda ya da dünyanın bir çok yerinde Aristokrasinin sanat hamiliği özleniyor olabilir. Ama nelere rağmen? Bir avuç finans simsarı spekülasyonlar yaparak cebe indirdiği paraları nerelerde aklıyor? Festivaller, spor müsabakalarında olabilir mi? Bir silah kaçakçısının koltuğunun altında çağdaşımız bir kitap boğuluyor. Yeni çağın mimarisi onların silikonik kaleleri mi? Aristokrasinin elleri daha mı temizdi? Demokritos gibi düşünmek diyalektiğin gereği mi yoksa bir zavallı teselli mi? “İyi ile kötü aynı şey” mi? Etik standartlarımızı olguları tekilleştirerek mi oluşturacağız? Herkes kendi etik kodlarını mı yazacak? Medya değil mi en baştaki ahlakçı ve en kolayı ondan ithal etmek mi ahlakı? Zıvanasına girme ihtimali yok mu bu devrin? Bu kadar saldırgan bir dönemin ardından yeni 'rasyonel' bir çağı mı bekleyeceğiz? Tanımlar eskidi diyenler yeni tanımlar uyduruyorlar. Uyanık olmak lazım, dünya için yeni ve ucube planları var. (8.9.3)
Tabula Rasa_1
Düşüncemin ayak izlerinin takip edilmesi, bir bilmece ve oyun tutkunu olarak beni bile rahatsız eder. Kaldı ki sizler, oyunlardan da anlamayanlar, ne kadar huzursuz olsanız yeridir. Konuşurken ya da yazarken sürekli ihtiyatlı davranmak burada, adeta bir refleks haline gelmiştir. Söylenmek istenenin etrafında dönüp durulur. Her zaman kafamızdan geçenin, düzenlenmiş, paketlenmiş, terbiye edilmiş ve hatta iğdiş edilmiş bir kopyası sunulur. Hatta eğer yazmaya kalkışmıssak bu sefer cümlelerin hatta kelimelerin arası iyice ayıklanmak, daha bir süzgeçten geçirilmek zorundadır. İmla hataları, noktalama yalnışları, okunaksız bir yazı gibi bir çok etkenle aynı anda baş etmek gerekir. Konuşurken kullandığımız esler, ses tonlamaları, jest ve mimikler de bize yazarken yardım edemez. Böylece zihinde başlayan ve bazen aklımızda fırtınalar estiren bir süreç dile döküldüğü anda uğradığı kan kaybına, yazıya dökülürken artık dayanamaz hale gelir. Hatta bu öyle ilginç bir süreçtir ki, asla düşüncenin hızına yetişemeyen dile dökme işleminin yavaşlığı, düşünceyi bir kez daha gözden geçirme fırsatı da tanır, üstelik hiç nefes almadan dillendirdiğimizi sanırken bile. Sonuçta ortaya hesapta olmayan açılımlar çıkar. Yazarken kaybettiğimiz şeylere, kazandıklarımız sayesinde avuntu buluruz... Peki ama kaybettiklerimiz hakkında bir fikrimiz var mıdır? (22.1.3)
kabus
Karnımın acıktığını söylediler. (Sakız çiğnerken, aynı çekirdek yerken olduğu gibi bazen kendimi durduramam). “Hayır” dedim, “şu anda ilgilenmiyorum”. Bunun üstüne bunun bir teklif olmadığını ima eder gibi ellerini bellerine koydular. Beni daha önce hiç dövmedikleri halde, ürperdim. Tehdit ettikleri belliydi.
Sofrada tek tabak vardı. İki kepçe lahana yemeği koydular tabağa ve belki de kaçmamdan çekindikleri için iyice yaklaşarak beni omzumdan yakalayarak oturttular. Masaya çatal koymamışlardı “bu şartlarda nasıl yerim” diyerek ellerimim tabağın iki yanına koyarak masaya eğildim. Aslında bu söylediklerimden dolayı kafamı da kaldıramıyordum ya yine de bozuntuya vermeden ve göz göze gelmekten kaçınarak kafamı hafif hafif sıkıntı ile salladım. Bu taktiği bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Ağırca iki yana ve hafif eğik olarak sallanan bir kafa, karşındakine seni ezmelerine fırsat verdirmeyen bir davranıştı. Biraz daha bekledim. Ancak masaya daha da yaklaştıklarını ayaklarından gördüm. Böyle dememem, daha dikkatli ve saygılı konuşmam gerekirdi. Kendimi affettirmek için bir şeyler yapacaktım şimdi. Hemen o anda kaşığı farkettim. Aslında ben kaşık ile yemek yemekten nefret etmişimdir her zaman ancak bu sefer gözümü kapamak pahasına bu denemeyi yapmalıydım. Kaşığı elime alır almaz, bir kaşığın bir çatala göre ne kadar ağır ve hantal olduğunu düşündüm. Sanki Obur insanlar için üretilmiş bir şeydi çünkü ancak obur birisi bu zahmete rağmen yemeğini bitirebilir. Kaşığın ucuna bir parça lahana yaprağı aldım. Yarısı tabağın içine doğru sarkıyordu. Galiba pişmekten erimişti. Gerçekten de düşündüğüm gibi yaptım ve gözümü kapatarak kaşığı ağzıma götürdüm.
Kaşık dilime değdiğinde kusmamak için hemen ağzımı kapattım, ama bu seferde gözlerim yaşarmaya başladı. O kadar germiştim ki kendimi, sıcak yemeğim dilimi kavurduğunu ancak gözlerimdeki yaşlardan anladım. Büyük bir terbiyesizlik yaparak hemen ağzımı açtım. Sıcak buharı dışarı üflemeye çalıştım. Kendimi ateş kusan bir ejder gibi gördüm bir an ancak oyun oynayamayacak kadar canım yandığı için, hemen derdime bir çözüm arayışı içine girerek doğruldum etrafımda bu acıyı söndürebilecek bir bardak su aramaya başladım.
Bu sırada masadan kalkmamdan korkarak ve kolumdan tutarak beni aşağıya doğru bastırdılar. Artık bağırmak üzereydim. Midemin bulantısı bile geçmişti. Lokmayı ağzımda gezdirmeye başladım çünkü dilimin üstünde sabit bir yerde kaldığı sürece o bölgeyi kavuruyordu. Aslında damağım dilimden daha çok acıyordu, etinin soyulacağına emindim.
Yavaş yavaş soğumaya başladı lokma. Ter içinde ve ne yediğimi bile anlamdan hemen yuttum. Isı düşüyordu. Bu sırada yanımdakiler biri -yemeği yarım bırakacağımı düşünmüş olacak- kaşığı eline alarak tabaktan kaşık dolusu lahana ergisini burnuma doğru yaklaştırdı. “Yoo, bu kadarı da fazla. Kendim yemeyi tercih ederim. Rica ediyorum bu şekilde davranmayın” dediysem de faydası olmadı. Sanki beni duymuyorlar, uzaktan, benim duyamadığım bir yerlerden gelen bir ses tarafından komut alıyor sonra da bu emri tavizsiz uyguluyorlardı. Donuk bir ifade sezdim yüzlerinde.
Masanın üzerine sarkmış ampulün ışığı gözlerime batıyordu. Masanın ucunu göremiyordum ama uzunca bir masa olduğunu tahmin ediyordum. “Keşke masaya yaklaşırken, yani ayaktayken, yani ışık henüz bu kadar yakınımda değilken baksaydım” diye geçirdim içimden.
Kaşık dudaklarıma değmişti bile. Biraz direnç göstersem üstüme dökülebilirdi içindekiler ve buna da aslında en çok benim canım sıkılırdı. Düşünsenize bütün gece hatta banyo gününe kadar içyağında pişmiş pirinç ve lahana kokusu üstümden çıkmazdı o zaman. Bu düşüncelerle tüm kaşığı ağzıma aldım. Ellerim gerginlik içinde sandalyenin kolçaklarını sıkıyordu; yine terlemeye başlamıştım. Ancak bu sefer korktuğum gibi olmadı ve ne ağzım yandı ne de midem dışarı uğrayacak gibi oldu. Lahananın tadını bile almıştım. Yağı biraz pis kokuyordu, ayrıca pirinçler de su çekmekten iyice şişmiş, damağımda bile eziliyordu.
Artık tabağın içinde son birkaç pirinç tanesi, yemeğin kırmızımsı yeşil biraz da sarıya kaçan renkteki suyu içinde yüzüyordu.
Sofrada tek tabak vardı. İki kepçe lahana yemeği koydular tabağa ve belki de kaçmamdan çekindikleri için iyice yaklaşarak beni omzumdan yakalayarak oturttular. Masaya çatal koymamışlardı “bu şartlarda nasıl yerim” diyerek ellerimim tabağın iki yanına koyarak masaya eğildim. Aslında bu söylediklerimden dolayı kafamı da kaldıramıyordum ya yine de bozuntuya vermeden ve göz göze gelmekten kaçınarak kafamı hafif hafif sıkıntı ile salladım. Bu taktiği bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Ağırca iki yana ve hafif eğik olarak sallanan bir kafa, karşındakine seni ezmelerine fırsat verdirmeyen bir davranıştı. Biraz daha bekledim. Ancak masaya daha da yaklaştıklarını ayaklarından gördüm. Böyle dememem, daha dikkatli ve saygılı konuşmam gerekirdi. Kendimi affettirmek için bir şeyler yapacaktım şimdi. Hemen o anda kaşığı farkettim. Aslında ben kaşık ile yemek yemekten nefret etmişimdir her zaman ancak bu sefer gözümü kapamak pahasına bu denemeyi yapmalıydım. Kaşığı elime alır almaz, bir kaşığın bir çatala göre ne kadar ağır ve hantal olduğunu düşündüm. Sanki Obur insanlar için üretilmiş bir şeydi çünkü ancak obur birisi bu zahmete rağmen yemeğini bitirebilir. Kaşığın ucuna bir parça lahana yaprağı aldım. Yarısı tabağın içine doğru sarkıyordu. Galiba pişmekten erimişti. Gerçekten de düşündüğüm gibi yaptım ve gözümü kapatarak kaşığı ağzıma götürdüm.
Kaşık dilime değdiğinde kusmamak için hemen ağzımı kapattım, ama bu seferde gözlerim yaşarmaya başladı. O kadar germiştim ki kendimi, sıcak yemeğim dilimi kavurduğunu ancak gözlerimdeki yaşlardan anladım. Büyük bir terbiyesizlik yaparak hemen ağzımı açtım. Sıcak buharı dışarı üflemeye çalıştım. Kendimi ateş kusan bir ejder gibi gördüm bir an ancak oyun oynayamayacak kadar canım yandığı için, hemen derdime bir çözüm arayışı içine girerek doğruldum etrafımda bu acıyı söndürebilecek bir bardak su aramaya başladım.
Bu sırada masadan kalkmamdan korkarak ve kolumdan tutarak beni aşağıya doğru bastırdılar. Artık bağırmak üzereydim. Midemin bulantısı bile geçmişti. Lokmayı ağzımda gezdirmeye başladım çünkü dilimin üstünde sabit bir yerde kaldığı sürece o bölgeyi kavuruyordu. Aslında damağım dilimden daha çok acıyordu, etinin soyulacağına emindim.
Yavaş yavaş soğumaya başladı lokma. Ter içinde ve ne yediğimi bile anlamdan hemen yuttum. Isı düşüyordu. Bu sırada yanımdakiler biri -yemeği yarım bırakacağımı düşünmüş olacak- kaşığı eline alarak tabaktan kaşık dolusu lahana ergisini burnuma doğru yaklaştırdı. “Yoo, bu kadarı da fazla. Kendim yemeyi tercih ederim. Rica ediyorum bu şekilde davranmayın” dediysem de faydası olmadı. Sanki beni duymuyorlar, uzaktan, benim duyamadığım bir yerlerden gelen bir ses tarafından komut alıyor sonra da bu emri tavizsiz uyguluyorlardı. Donuk bir ifade sezdim yüzlerinde.
Masanın üzerine sarkmış ampulün ışığı gözlerime batıyordu. Masanın ucunu göremiyordum ama uzunca bir masa olduğunu tahmin ediyordum. “Keşke masaya yaklaşırken, yani ayaktayken, yani ışık henüz bu kadar yakınımda değilken baksaydım” diye geçirdim içimden.
Kaşık dudaklarıma değmişti bile. Biraz direnç göstersem üstüme dökülebilirdi içindekiler ve buna da aslında en çok benim canım sıkılırdı. Düşünsenize bütün gece hatta banyo gününe kadar içyağında pişmiş pirinç ve lahana kokusu üstümden çıkmazdı o zaman. Bu düşüncelerle tüm kaşığı ağzıma aldım. Ellerim gerginlik içinde sandalyenin kolçaklarını sıkıyordu; yine terlemeye başlamıştım. Ancak bu sefer korktuğum gibi olmadı ve ne ağzım yandı ne de midem dışarı uğrayacak gibi oldu. Lahananın tadını bile almıştım. Yağı biraz pis kokuyordu, ayrıca pirinçler de su çekmekten iyice şişmiş, damağımda bile eziliyordu.
Artık tabağın içinde son birkaç pirinç tanesi, yemeğin kırmızımsı yeşil biraz da sarıya kaçan renkteki suyu içinde yüzüyordu.
bir kadının içinden geçebilir mi bir erkek ? ben geçerim...
ortadaki lazımlığın en kenarındaki sinek hiç mi ağlamaz? yeni bir saçlık işte öyle mi ? huyların değişiyor ve delik bir toprak havuzdan çıkmış kırmızı bir gülmerdane ne diyor dinle:
“kemen kuşlarda öyle geçen ise sadece yeşil bir korvan ne zaman fark edersen bunu tanı işte o zaman kendini...”.
hiç endişe yok, rahat, yumuşacık ve enfes... ssssss dinle, DİNLE, sss..... hadi kalk gidiyoruz şimdi çünkü yukarıda fundalık var. koşmanı istemiyorum hayvanlar koşar çünkü, gel...
otur ama ürkütme kayık balıklarını, yoğurmaya başlayabilirsin ama dikkat et, tamam mı? ez, biraz da kahır çek bakalım, yoğur... kuyva ekle yavaş yavaş, dikkat et elin yanmasın. sana merdane de lazım ama kızdıyorsun beni.
kemik rengi kadar bulantı verici bir hal aldı bu taam. kusalım o zaman hadi. boğazıma ip sokmalısın ve tereddüt etmemelisin en dibinden tutarak tamamını.
geri geri gitmek neyi çözer ki? kokuyu belki ama onu da gördü kerdu. yerlerde gerçek kuşlar var diye yine saçmalıyorsun deme. hep yaptım bunu biliyorsun.
“kemen kuşlarda öyle geçen ise sadece yeşil bir korvan ne zaman fark edersen bunu tanı işte o zaman kendini...”.
hiç endişe yok, rahat, yumuşacık ve enfes... ssssss dinle, DİNLE, sss..... hadi kalk gidiyoruz şimdi çünkü yukarıda fundalık var. koşmanı istemiyorum hayvanlar koşar çünkü, gel...
otur ama ürkütme kayık balıklarını, yoğurmaya başlayabilirsin ama dikkat et, tamam mı? ez, biraz da kahır çek bakalım, yoğur... kuyva ekle yavaş yavaş, dikkat et elin yanmasın. sana merdane de lazım ama kızdıyorsun beni.
kemik rengi kadar bulantı verici bir hal aldı bu taam. kusalım o zaman hadi. boğazıma ip sokmalısın ve tereddüt etmemelisin en dibinden tutarak tamamını.
geri geri gitmek neyi çözer ki? kokuyu belki ama onu da gördü kerdu. yerlerde gerçek kuşlar var diye yine saçmalıyorsun deme. hep yaptım bunu biliyorsun.
yoklama
Kulakları mis kokuyor gibi geldi bana uçan elleri vardı arkasında salınan. Bir gün hiç beklemedi beni, koşarak kaçtığını sanıyorum, fransaya doğru. Halbuki togoya gidelim demiştim daha geçen günlerin birinde, hatırlamıyorum. O gece rüyamda mor satenden bir perde gördüm. Kırmızı bir kuşakla pencerenin kenarına toplanmıştı. Saksımdaki sardunya, açık camdan dışarıya uzuyor, sonra da toprağa değene kadar aşağılara iniyordu. Gövdesine sarılarak aşağılara bir yerlere atladığımı düşünüyorum. Uçuyordum geçenlerde buna benzeyen bir gecede, ormandaydım üstelik. Dallara çarpmadan aralarından hızla süzülüyordum. Alçalıyor, yükseliyor manevralar yapıyor ama hiç hızımı kesmeden yoluma devam ediyordum. Yanlarından geçerken maymunların başlarını okşuyordum, kuru yaprakları ayıklıyordum dallardan, çok sevdiğim bir ağaç gördüğümde çocukça etrafında birkaç kez dönüyor taklalar atıyordum. Gecenin sonunda çok yorgun olduğumu hatırlıyorum. Mutluluğum onun elindeydi ama o gece korkarım ki ayrı yönlere uçmuştuk, bunu şimdi anımsadım. Üşüyorum.
gözlemler-41
Salyangozun salgısı altında kalmış toprak, tepesindeki zarlaşmış tabakanın yanlarından nefes alacaktır. Az önce yan yana ama ayrı duran birkaç kum tanesini ise birbirine bağlayacaktır. Opak bir topak oluşacaktır, gümüşi saydamlığın altında. Tüm sezişlerden uzakta inceden bir hava akacaktır üzerine. Hava kokan bir rüzgar gecikmeden gelecektir ardından. Nefti yeşil, kil kızılı... humus rengine çalan bir sarı, gün en tepedeyken, ağaçların altında sessizce, bildiği gibi yatacaktır. Köklerden paramparça olmuş toprak az sonra otuz santimden, 5 santime kadar her katından bir milyon fışkıracaktır.
Az önce çürüyenin izinden şimdi bir filiz, üstündeki topağı zorlamakta. Taze bedeni kırılgan, kaygan, nemli. Ama buna rağmen aceleci, delişmen, heyecanlı. Bir verişte iki-üç yaprak birden veriyor. Salyangoz günün batışına doğru ağırdan uzuyor. Filiz, 15 santimden nasibini arıyor. Fısıl fısıl bir meltem akşamı çağırıyor. Gün dönmek üzere, kış kapıda...
Az önce çürüyenin izinden şimdi bir filiz, üstündeki topağı zorlamakta. Taze bedeni kırılgan, kaygan, nemli. Ama buna rağmen aceleci, delişmen, heyecanlı. Bir verişte iki-üç yaprak birden veriyor. Salyangoz günün batışına doğru ağırdan uzuyor. Filiz, 15 santimden nasibini arıyor. Fısıl fısıl bir meltem akşamı çağırıyor. Gün dönmek üzere, kış kapıda...
arkeoloji
“Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek anlamına geldiği bir dönemde yazılmıştı.” Theodor W. Adorno, Minima Moralia
40/163. Fragmanda bir kağıt. İlk bakışta görülebileni bu kadar. Ancak altındaki daha küçük, katlanmamış notla birlikte iki ayrı not geçiyor elime. Üstteki üçe katlanmış bir ajanda sayfası. “6 Mayıs” tarihini gösteriyor; yıl malum sayıldığından yazılmamış ancak bir malumat edinemiyorum. Kağıda, ters tutularak bir not alınmış. Tanımadığım bir el yazısıyla karalanmış kısa bir not bu ve şöyle yazıyor: “Elden aldığım”. Bir dilekçe girişine benzeyen not tamamlanmamış.
40/163. Fragmanda bir kağıt. İlk bakışta görülebileni bu kadar. Ancak altındaki daha küçük, katlanmamış notla birlikte iki ayrı not geçiyor elime. Üstteki üçe katlanmış bir ajanda sayfası. “6 Mayıs” tarihini gösteriyor; yıl malum sayıldığından yazılmamış ancak bir malumat edinemiyorum. Kağıda, ters tutularak bir not alınmış. Tanımadığım bir el yazısıyla karalanmış kısa bir not bu ve şöyle yazıyor: “Elden aldığım”. Bir dilekçe girişine benzeyen not tamamlanmamış.
tespit
Salonda tek bir sergi varmış bugün. Tek bir adam tüm salonu kap(l)amış. Girişteki tuhaf afişten bir tuhaflık olduğunu sezmeliydim.
Afişte sadece bir fotoğraf var. Belli ki yüzyılın başlarından kalma art-nouveau bezemeli masif ahşaptan bir etajer. Ancak fotoğrafla oldukça oynanmış...
13.1.3
daldırım
Geçende bir şey geldi başıma... bir rüya gördüm. Önceki gün bir gece lambası yapmıştım kafamda. Resim karaladığım bir kartonu boydan büküp ortasından bir tahta çubuk saplamış, mermer bir kaide üzerine açılan oyuğa oturmuştum. Oyuğun kenarları bir lastik parçası ile sıkıştırılmış böylece kağıt ayakta durabilmişti. Bu bükümün dışına kırmızı duylu bir çıplak ampul yerleştirmiştim. Duy mermere monte edilmiş, kablosu da alttan gelmekteydi. Lamba anahtarı kablo üzeri olacaktı. Lamba ısındıkça kartonu yakacak ve zamanla orası önce sararacak sonra da kahverengi bir renge bürünecekti. Bir süre sonra da yanıktan bir delik açılacaktı. Lamba o zaman kullanıma hazır olacaktı. Yalnız az önce de dediğim gibi dün gece bir rüya gördüm;
Rüyamda sanırım Topkapı Sarayında geziyordum. O girilip girilip çıkılan sergi odalarından birinde onu gördüm. Tam benim tasarladığım şey orada duruyordu. Yıllarca evvel yapılmış ve müzede sergilemeye konmuş bir Dali’ydi o. Sadece karton yerine fildişi kullanmış olmalıydı. Sarı bir sergileme ışığı altında öylece yanmadan, belli ki kullanılmamış duruyordu.
sentez
Çok sevip de sevdiğimi demez, sımsıkı kitlenip, incecik olur da yanak düşürür dudak,
Belki acıkmışımdır, unuturum, ay ışığında yaprak kuruturum,
Kızmışımdır yine çocuk gibi bişeye, yüzüm bir arşın, meymenetler şişeye sığmaz,
Sığmaz kollarım bağrıma, ağrıma gider hallerim.
O zaman sen: “nen var? “ derdin ya!
“yok bişi...”
Belki acıkmışımdır, unuturum, ay ışığında yaprak kuruturum,
Kızmışımdır yine çocuk gibi bişeye, yüzüm bir arşın, meymenetler şişeye sığmaz,
Sığmaz kollarım bağrıma, ağrıma gider hallerim.
O zaman sen: “nen var? “ derdin ya!
“yok bişi...”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)