güncellik
Bunların çağdaş dünya tarihini anlayış biçimleri, büyük bir konserde Beethoven’in yüz otuz sekiz yapıtının hepsini birbiri ardınca, durmadan, ama hepsinin yalnızca ilk sekiz ölçüsünü çalarak sunmasına benziyor. Aynı konser on yıl sonra tekrarlansaydı, her yapıttan yalnız bir nota, yani tek bir ezgi olarak sunulan yüz otuz sekiz notayı konser boyunca çalarlardı. Ve yirmi yıl sonra, bütün Beethoven müziği, sağırlığının ilk günü duyduğu o sonsuz ve çok yüksek noktaya benzeyen çok uzun ve tiz bir nota olarak özetlenebilirdi...
Milan Kundera, Yavaşlık, Can yay., 2008, s.84
Bir roman olarak çok iyi bilinir ama, Kundera'nın "Yavaşlık"ını bir felsefi yapıt gibi okumak, alt çizip alıntı yapmak onca yılın ardından dahi engellenmesi zor bir hayranlık ve özenmenin emaresi. Baudrillard'ın ilk körfez savaşı sonrası ettiği "savaş mı, ne savaşı" lafının da fikir eşi olan yukarıdaki satırlar altını çizdiklerimin sadece bir kısmı.
başlıyorum
Not alırdım bir zamanlar ancak birer ikişer paragraftan öte gitmezdi bunlar ve nice sonra neler birikmiş bakalım diye okuduğumda “olması gerekenler, olması gerektiği kadar” diye konuşurdum kendimle, bir kelime ekleyecek mecalim olmazdı.
Bunun üzerine o kadar çok düşünüyorum ki, artık yazdıklarım neredeyse tamamen buna dair, tek derdim bu. Oysa bir hikaye kaleme almak için kendimle çetin bir mücadeleye giriştiğim üç günün sonunda ortaya çıkandan umutlanmıştım, yapabilirim diye düşünmeye başlamıştım. Bu denememden bu yana geçen aylar boyunca tekrar eski tutukluğuma kavuştum.
Bir gecelik, hatta birkaç saatlik yani genelde masa başından kalkmadan geçirebileceğim süre kadar yazabildiğim için oluyor bütün bunlar. Her mola ya da dönüp yazdığım kadarına bir göz atma dürtümün asıl sorunum olduğuna kanaat getirdim. Yazdıkça açılabileceğimi, fikirlerin dillendikçe olgunlaşabileceğini hissediyor olmam dışında bunu henüz disipline sokamadım.
Konuşmak ise bu şekilde yürümüyor diye düşünürdüm ancak kısa bir süre önce farkettim ki o da yazınsal kabızlığımdan nasibini alıyor ve bir konu üzerinde saatlerce konuşabilirken başıma iki şey geliyor genelde.
Birincisi, konuşurken belli bir konu üzerinde ilerlemenin, tek bir çizgi üzerinde yürümek gibi olamaması beni yakalıyor. Engellenemez bir şekilde konular her zaman konuları açıyor ve buradan başlayan sohbet, orada bitiyor. Tartışma durumunda ise durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor çünkü argümanını destekleyecek örneklemeler ve açılımlar yaparak iddiayı güçlendirme ihtiyacı, konuyu iyice dağıtıyor ki bunun çözümü de aslında olanaksız bir yerde, tartışılan tarafın dakikalarca susmasında ve konuşmanın bir monoloğa dönüşerek bir noktada konunun toparlanabileceğini umarak beklemesinde gizli, yani dediğim gibi bu olanaksız hatta saçma.
İkincisi ise, bir konu etrafında uzun uzadıya, örnekli, açıklamalı bir konuşma karşıdakini esir alarak etkisiz kılıyor ki bu etkisizlik senin konuşmanı da etkisiz kılıyor zira konuşmanın en az iki tarafı olmak zorunda. Kendi kendini imkansızlayan bir döngü yani.
Bu nedenle şimdi burada oturmuş bunları yazarken, karşımda sanki biri varmış gibi yazabilmem de olanaklı değil.
Her ne kadar mükemmeliyetçilikten dem vursam da öyle olduğumu sanmıyorum, olanla ölene çare olmadığına inanırım ben. Kabulenmek bazı durumlarda önüne bakmak için gerekli hele ki moral bozukluğundan muzdaripseniz gerçekten elzem, eyleyememek insanda derin bir sıkıntıya yol açıyor, yakından bilirim. İşte bu noktda ben de bu kabızlık ve yazamama derdimi kabul ederek devam etmenin yollarını bulmalıyım, saptamalar ve tarifler başka türlü hiçbir işime yaramayacak, ortada bir saptama varsa ve kulak vermeyeceksek ne işe yarar ki?
Böylece işe koyuldum, üç paket sigara, kül tablam, çakmağım, bir şişe viski (çok dikkatli tüketilecek, uyumak istemiyorum), su ısıtıcısı, 5 litrelik pet şişe suyu, bardağım, kahve kavanozum, peksimetler, kuru meyve, 5 paket büyük boy bitter çikolata, bir kaç dilim ekmek, bel minderim, çişim illa ki geleceği için kapının hemen yanına çektiğim masam... bu işi çözmeden devam edemem...
açılım
37.615167368, 43.8758942043
37.5999272933, 43.8872900532
37.5917633724, 43.8944725143
37.5631094412, 43.9173257292
37.5580800317, 43.9496559874
37.5570498046, 43.9499846756
37.5429252543, 43.9488798527
37.5421516354, 43.9478633307
37.5418042095, 43.9431928176
37.5442254425, 43.9438912685
37.530383311, 43.9426153854
.....
ısı
Göz kapaklarının içinde gördüğü grimsi düş karşıdaki koruluğun yavaşça oluşan görüntüsüdür. Sağda kümelenmiş bir öbek servi, tepeleri sivri ve rüzgarda eğilmiş, diplerindeki koyu gölgede tek tük beyaz taşlar seçiliyor. İşte tam burada, servi gölgesinde, taşların arkasında toprağın kızıl olduğunu biliyor fakat yolu yok, ortalık o denli gri ki, göz kapaklarını iyice sıkarak boğmaya çalıştığı griliğin arasında üstün körü bir karalamayı andıran, killi toprak ile kuru yaprak karışımı bir imgeyi ancak fona iliştiriveriyor.
Bir dokumacı gibi sola doğru devam ediyor; servilerin solunda tekrar başlayan ağaç kümesiyle serviler arasında bir açıklığa dikkat kesiliyor. Büyük olasılıkla hemen orada, arkadaki tepelerden inerek ilerideki tümseğin arkasına gizlenmiş, ana yola bağlanan bir patika var fakat ne bir yol ne de ezilmiş patika toprağı seçilebiliyor. Merak ve sıkıntıyla daha fazla dikkat kesilip görüntüyü yakınlaştırmaya çalıştıkça, koruyabildiği tüm samimiyetine rağmen orada olmaması gereken bir sürü hayal gözlerinin önüne geliveriyor. Kovalayıp uzaklaştırdığı bu hayallerden geriye kalan sadece açık renk bir leke.
Şimdi ortalık biraz daha aydınlık çünkü fark ettiği gökyüzüdür. Lekeler içinde açık bir gökyüzü, lekeler karşıdan alçalan güneşin kararttığı bulutlardır. Havaya dikkat kesilir kesilmez resmin üstünü sağdan sola tamamen tarıyor ve gördüğü, hiçbir vaadi olmayan koyu bulutların alacaladığı bir gökyüzü. "Demek ki", diye düşünüyor, "arkası düzlük". Güneşin tam yerini kestirmeye uğraşıyor, bulutların ışığına, ağaçların gölgesine bakıyor, emin olunacak kadar bariz bir belirti yok.
Açıklığın sağında yani artık görüntünün tam ortasında neredeyse simsiyah bir karartı görüyor, bunlar güneş tepedeyken gölgesinde durulmaz kızıl çamlar. Taçları neredeyse iç içe geçmiş ve boyları bir olmalı ki karartının tepesi oldukça düz. Aynı zamanda dikilmiş olduklarını düşünüyor, insan işi yani. Gövdelerinin sadece tepelerini seçebiliyor, tümseğin arkasında kalmış onlar da.
Bu sırada bir şey fark ediyor: az önceki koyu lekenin tümsekte kesildiği hattın az altında aşağıya doğru daralan yumru gibi bir leke daha var. Bir tarlanın sınırınca işlenmiş başaklık olsa gerek. Fakat asıl hoşuna giden şey, bu lekenin yukarıdaki çam koyuluğunun oluşturduğu lekenin devamı, kalan parçası gibi görünmesi. Birden canlanıyor...
Kafasını arkaya atarken gözleri hala kapalı, ağrıyan boynunu esnettikten sonra sigarasından bir nefes daha çekti. Dudaklarına yapışan tütünü iki parmağıyla toplayıp yuvarladı ve ayaklarının dibine bıraktı. Dudaklarına sinen katranı diliyle tadarken gözleri hala kapalı.
Ayaklarının önünde uzanan sarı bir çayır olmalı ki yılın bu vaktinde toprak bu denli ışıltılı olmaz. Yumrunun sağında, ondan biraz uzakta bu sefer sarı olduğundan neredeyse emin olduğu bir saman yığını var, dikkatli baktığında tüm çayırda düzenli aralıklarla bu kümelerden onlarcasının daha olduğunu görüyor.
En solda, görüntünün kıyısında sıkışıp kalmış bir elektrik direği görüyor, "bu bir resim ya da fotoğraf olsaydı büyük olasılıkla her gören bu kadrajın acemice olduğunu söylerdi" diye düşünüyor. Kendi deneyimi için bunun geçersiz olduğunu biliyor ancak yine de tedirgin oluyor, bir hileye başvurmamak konusunda kararsız. Etrafını inceliyor direğin, solunda hiç yer kalmamış hatta gövdesinin bir kısmı görünmüyor, lambasının boyun uzattığı kısım eksiksiz. Direğin öbür yanında ona destek olacak bir yapı da yok. Sadece direğin dibine doğru göz gezdirirken aşağından geçen yolun ucunu seçiyor. "İşte bu iyi" diye düşünüyor, “iyi?”. Tekrar başlıyor, dikkatli olmalı ve buraya kadar getirmişken herşeyi rezil etmemeli. Bu kez kararlı, orada ne varsa, hiç tereddüt etmeden ve sorgulamaksızın yerine yerleştirecek. Tekrar dikkat kesiliyor direğe, gövdesinin bir kısmı eksik, lambası bir kanca gibi sağa doğru sarkmış, direğin dibinde, önünde boydan boya uzanan set alçalarak görüntüden çıkıyor, yol seçilemiyor ancak direğin yol aydınlatması olduğunu tahmin etmemek saflık olur.
Direkle kızıl çamların arasındaki kayalığı ancak seçebiliyor. Arkasındaki yamacı yola varmadan sırtlamış cefakar bir kayalık. Üzerindeki kırıkların arasında inatla boy vermiş bir kaç çalı çırpı kayanın sırtındaki yeşilliklerden yuvarlanan tohumlardan boy vermiş. Yol çalışması için mi patlatılmış yoksa durduğu yerde dökülen kırıklı bir kayaç mı diye düşünürken yeniden yorumlamaya başladığına sıkılarak ayıyor.
Gözleri açıkmış gibi doğrudan kayalığa bakarken kafasını yana büktü, sanki eserini inceliyordu. Bir nefes daha çekmek için dudaklarına götürdü, avurtları dumanla dolarken parmaklarında çıtırdayan korun sıcağını hissetti. El yordamıyla ıslak ve ezilmiş ucu buldu ve sigarayı tutan parmaklarını boşa aldı. En ucundan parmak ucuyla kavradığı sigarasından son nefesini çekti.
İmgesine son rotuşları yapmak için sağı solu sakince inceliyor. Serviler, patika, kızıl çamlar, alttaki başaklık ve sapsarı çayır, solda direk (ki yine takıldı kafası istemeden), lambası kayalığın üstüne sarkarken kayalık da yolun işte hemen kıyısında duruyor. Gökyüzü şimdi daha da aydınlanmış gibi, "ne tuhaf, tepemde gün batarken burada gün doğuyor sanki" diye düşünüyor. Servilerin arasına dalıyor, o taşlar mezar taşı mı? Düşünmüyor görüyor artık, emin olmak için kayalığa çeviriyor gözünü, ara verip tekrar bakacak ama kayalıkta biri var. Şaşkına dönüyor, panikten neredeyse gözlerini açacak, kaçıyor kayalıktan.
Şimdi saman yığınlarının oraya, oradan kızıl çamlara oradan başakların arasına oradan, boydan boya tümseğe göz gezdiriyor, bir noktada bir an duraklasa karşısına yeni bir detay çıkacak diye korkuyor, bakışlarını kaçırmaya, sakinleşmeye, vakit kazanmaya çalışıyor adeta. Acaba adam gitti mi?
Sigarası parmaklarını yakmaya başladı, bir adım öteye eğilerek yere bıraktı sigarasını, yerini belleyerek doğruldu ve ayağıyla ezdi. Gözlerini ovuşturdu, sanki tahtayı sildi, kafasını iki yana sertçe salladı, bir daha deneyecek.
Mezar taşlarını görüyordu, gerçi epeyce uzakta, epeyce ufaktılar ama ağaçların arasında daha diplerde ya da yolun kıyısına doğru apaçık, dizi dizi mezar taşlarıydı bunlar. Nasıl olmuştu da az önce fark etmemişti, ışık dönmüş olmalıydı. Gökyüzünde güneşin izini arıyor, az eğilse belki de, ağaçların arasından hüzmesini seçecek.
Adam geliyor aklına, kayanın eteğindeki bir çıkıntıya ilişmiş, belki de otobüsü bekleyen bir köylüdür diyor. Bacaklarının arasında sıkıştırdığı heybesini faş ediyor adam, bu bir yolcu. Daha biraz önce çatlakların arasından baş vermiş filizleri bile tek tek seçerken bu adamı görememiş olmasına şaşırıyor, onu da çalıların arasına karıştırmış olabileceğini düşünüyor ama nasıl olur, adamın gömleği bembeyaz! Evet endamı çalılar kadar ama aralarında öyle büyük bir renk farkı var ki, bunu ayırt edememek için kör olmalı diye düşünüyor. Az önce inmiş olabileceği otobüse ya da yürüyüp gelmiş olabileceği yöne bakıyor, elektrik direğinin arkasına doğru sarkabilse görecek.
İki küçük adımla küpeşteye vardı, iki eliyle kavrayıp üstüne abandı ve öne doğru sarktı.
Direğin tamamını görebiliyor, hatta ardındaki görüntüyü tam olarak odaklayamasa da yolu seçebiliyordu. Sağa baktığında ise birden yüzünde bir sıcaklık hissetti. Daha sağda, ileride serviler seyreliyor ve aralarından güneş parlıyordu, demek oradaymış diye düşünürken gülümsüyor.
Rahatlamıştı, ılık akşam rüzgarı gömleğinden içeri süzülüyor, uzaklardan denizin kokusunu taşıyordu. Doğruldu, ellerini cebine sokarak havayı derin derin içine çekti. Kafasını kaldırdığında ışıltılı, yumuşak renkleriyle bulutları fark etti, sanki deniz göğe yükselmiş de verandanın saçak dantelleri sahilini örüyordu. Hafiflediğini hissetti.
Şimdi çocukluğunu düşünüyor. Gözleri, kafasının içine dönüp oralardan çıkarmayı umduğu resimleri kovalar gibi göz kapaklarının altında kıpır kıpır.
Rüyasında top oynuyor, adını şu anda hatırlayamadığı ustura tıraşlı, koca kafalı çocuktan topu istiyor, top acemi bir vuruşla soldaki bayırdan aşağı doğru kaçmaya başlıyor. Topun yirmi metre kadar aşağıda takılıp kaldığı yer bir çalılık, bayır çakıllarla kaplı ve düşmemek için o kadar tedbirli ki, kıç üstü kayarak inerken pantolonunun yırtıldığının bile farkında değil. Kuşburnunun dikenleri elini dalıyor, top patlamamış neyse ki. Elinde topla yukarı çıkamayacağını anlıyor, topu sırtına, atletinin altına sıkıştırıyor. Her tırmandığı metrenin yarısı ziyan, kolları da bacakları da sızlıyor artık, avuçları sıyrık içinde.
Topun yavaştan süzülüp sırtından aktığını duyuyor, arkasına dönemeden top yuvarlanıp kaçıyor, arkasından öylece bakıyor, yapacak birşey kalmayınca oturup anısını kaydetmek istiyor sanki, pür dikkat...
Derin bir iç çekti, gömlek cebinde sigarasını el yordamıyla buldu ve filtresini kırıp dudaklarına götürdü. Sigarasını yakmadı, dudaklarında öylece sallanırken, çakmakla oynuyor, uyanıyordu.
Güneş iyiden iyiye alçalmış, kayalıktaki adam gitmiş, rüzgar biraz daha serin şimdi, hafif bir ürperti geliyor.
.....
İçeri geçmek için arkasını döndüğünde gözlerinin hala kapalı olduğunu fark etti, hiçbirşey göremediği için gözlerini açmayı düşündü. Elbette buna henüz izin veremezdim, daha vakti gelmemişti. Yanına yaklaştım ve omzuna dokundum, irkilerek bana doğru döndü, şaşırmıştı çünkü görmeyi beklediği birşey değildim.
İki ihtimal olabilir, ya dehşete kapıldı ve geceleyin yüzüne tutulan fenerin ışığı karşısında bir tavşan gibi dona kaldı ya da yeni bir rüyaya daldı, kafasının içindekilerden korkmayı henüz bilmiyordu. Ona şimdi hazır olmadığını ancak hazır olduğunda, az önce baktığı manzaraya gözleri açık bir kez daha bakabileceğini ama ondan da önce şu anda daldığı rüyadan uyanması gerektiğini anlattım. Sanki beni dinlemiyor ya da en azından anlamıyor gibiydi. Tüm dikkatiyle beni inceliyordu.
Ağacın tepesinde buldum kendimi, o ise en tepedeki dala çıkmış, olgun meyvelerin hepsine el koymuştu. Bizim yaklaşmamıza, meyveleri ellememize bile izin vermiyor, kalesini savunuyordu. Kendisi de hiçbirine ellemiyor, adeta yemek için değil ama bizim yemememiz için onları alıkoymak kendisini gerçek bir tiran gibi hissettiriyordu ona. Diğer çocuklar bu rolü çoktan sahiplenmiş, verdiği görevler gittikçe anlamsız ve güç hale geldiği halde büyük bir şevkle emirleri uyguluyor, gözüne girdiklerinde alabilecekleri meyvelerin hayalini kuruyorlardı adeta. Kupkuru, yapraksız bir dalın üstünde onları izliyordum.
Hala ağaçta olmalıydı ve beni de orada, hayalinde tutmak için gözlerini sımsıkı yummuş, direniyordu. Beni iteklemesine izin vermemek için kollarımı ileriye doğru iyice uzatarak omuzlarını sıkıca sarstım, boynu acımıştı, ellerini boynuna götürürken bıraktım. Şimdi bir yandan ilerideki tümseğe doğru bakıyor bir yandan da boynunu ovuşturuyor.
Saman tepelerinin arasında bir at arabası, yükünü almış yola doğru uzaklaşıyordu, başaklarını artık taşıyamayan buğdaylar rüzgarda dalga dalga yatıp kalkıyor, kızıl çamlardan havalanan kuş herhalde yuvasına dönüyor, kayalık iyiden iyiye karanlığa gömülüyordu.
Sigarası dudaklarına yapışmıştı, ağzından çekerken kağıdın bir parçası dudaklarında kaldı, diliyle ıslatıp yuvarladı ve tükürdü. Sigarasının kalanını yaktı, bana kayıtsız kalmaya çalışıyordu belli ki biraz da sakinleşmek, kızdırmıştım onu.
.....
Alacakaranlığın kör edici ışıkları altında herşey birbirine karışıyor, manzara adeta renksiz bir minyatüre dönüşüyordu. Herşey yer değiştiriyor, ağaçlar mı bulutlara yoksa bulutlar mı ağaçlara dönüşüyordu artık seçemiyordum. Etrafıma bakınmaya başladım ve hemen yanıbaşımda onu, arkasındaki saman yığınlarından güç de olsa ayırt etmeyi başardım. Ellerini verandanın çitine dayamış, elindeki sigarasının koru, uzayıp gitmiş küllerin altında kaybolmak üzereydi. Kül bir perdenin ardında seçebildiğim bu kor o anda çevremdeki tek renkti, gözümü alamadan bakıyordum.
Ne kadar geçtiğini kestiremediğim bir süre sonra ellerini farkettim, eller onundu. Ama onu net olarak seçemiyordum, uykuya dalmış olmasa biraz olsun hareket eder ve ben de kımıldayan hatlarından onu kestirebilirdim diye düşündüm ancak artık bilemiyorum, derin bir uykuya mı kapaklanmıştı yoksa sımsıkı yumduğu gözlerinin ardında dalgın dalgın etrafı mı seyrediyordu. Gözlerini yokladım, düşlerindeyken kıpır kıpır oynaşan gözleri şimdi sabitti, göz kapakları, yummaktan yorulan kaslarıyla suratını buruşturmuyordu, uyuyor olmalıydı.
Karanlık çöküyordu, ertafta olup biten tamamen kontrolümden çıkmış haldeydi, hiçbirşeyin yerini tam olarak kestiremiyordum ve o uyuyordu. Derin, kapkara ve rüyasız uykusu her yeri kaplarken ben gittikçe körleşiyordum.
Omuzlarımda sımsıkı iki el hissettim, şiddetle sarsılıyordum, kollarım birer külçeye dönüşmüştü de karşı koyamıyordum sanki. Oydu bu biliyordum ve az önce ona yaptığımın intikamını alıyor gibiydi, bana yardım etmek için böyle davrandığını düşünemeyecek kadar bitap bir haldeydim, alınmış ve kızmıştım, bu nedenle aradığı intikamsa bunu başarmıştı.
Sabaha henüz birkaç saat olmalı, hava iyice soğudu, sessizlik soğukta kayboluyor, hava kendi içinde çınlıyor gibi. Bekliyoruz, ne tuhaf, her şeyi anladığımı sandığım yerdeyim ama avuçlarımdaki küpeşte hakkında dahi bildiğim tek şey ne kadar da kuru olduğu, başka hiçbir şey değil.
Yüzlerimizi verandanın dışına doğru çevirmiş ilerideki koruya doğru dümdüz bakıyoruz. Gelişi önlenemez şafak vaktini beklerken hiçbir beklentim yok, ne tuhaf, şafak yolda, uykum geldi!
hatırda kalan
Pan gibi, gövdesi, uzuvları ve kafası tam ama başka canlılardan derlenmiş bir kolaj değil de, kafasındaki imgelerin şeffaf tabakalar üzerine nakşedilmiş onlarca resminin bir çakışması olarak görüyordu beni. Bu tabakaların her birini tek tek tanıyamaması uzundur muzdarip olduğu şu can sıkıcı kafa karışıklığı hastalığındandı.
Aslında bir çeşit bitki köküne benziyordum ama bana kişilik kazandırabilmek için neredeyse gözenek denilebilecek kadar çok göz ve iki ayrı yerden çıkarak dallanan onlarca kol eklemişti. Ayak denilebilecek ya da benim öyle hissedebileceğim bir uzvum olmadığından ayakta durabilmek için alt tarafımdaki sivri uçları toprağa batırmıştım ve rüzgar sertleştikçe kendimi daha da diplere saplamaya devam ettim.
Sonra herşey değişmeye başladı, tozlaşıyordum, topraktaki parçalarım havada uçuşuyor, gövdem hortuma kapılmış saman parçaları gibi aynı merkezde dönüyor bu da bana müthiş bir hafiflik hissi veriyordu.
Böylece iyiden iyiye dağıtmaya, ufalamaya başladı beni, vazgeçiyordu benden, ardımda başka birşeyin belirmeye başladığını gördüm, bir kızın görüntüsünü çağırmaya çalışıyordu. İstemsiz bir şekilde kalan parçalarımla havada asılı kalmaya devam ettim, savurabildiği kadarımı çok uzaklara göndermiş ama benden tamamen kurtulamamıştı, hiçbir direnç göstermediğim halde kalan parçalarımın gelen kızın üzerine yapışmaya başladığını anladım, irice bir parçam saçlarını oluşturmuştu bile.
Geri dönüyordum ve işte bu sefer bir kıza hayat veriyordum, çoğu parçası ya benden oluşuyor ya da parçalarımla kaplanıyordu. Buna hiç şaşırmamıştı, işine devam ediyor, sürekli değişen görüntüyü benim üzerimden işlemeye çalışıyordu.
Kızın gövdesini bir anda sildi, çünkü yüzüne odaklanmış ve tüm ayrıntılarını ince ince dokuyordu. Saçlarındaki parçamı kızın dudaklarına doğru indirdi, ılık bir his kapladı içimi, kızarmaya başlamıştım... Anladım ki kız kızıl saçlıydı ve o saçlar bendim, nedense gururlanmıştım. Fakat şimdi benimle ilgilenmeyi tamamen bırakmıştı, anlaşılan gözleriyle uğraşıyordu ve bir kez daha görüntüyü büyüttü.
Artık neredeyse yok olmak üzereydim, perçem şeklinde aşağıya sarkmış parçamla kızın kaşlarının arasından var olmaya çalışıyor ama geriye kalan parçalarımı tamamen kaybediyordum.
Gözünü açmış... nice yıllar sonra bile belleğinde kalan o son parçam, o bir tutam kızıl perçem sayesinde orada o var oldukça duracak olan ben, hatıralarını canlandıran bir şey vuku bulduğunda gözlerinin önüne kadar gelip gururla salınırım.
bir tül perde ve iki metre uzağında sakatlanmış bir adam
Dönüp olan ve bitene bakmaksızın önündeki boşluğa dikkat kesilerek ter içinde, huzursuz, kendini kaybedercesine yola devam ederken keşfe çıktığın şeyin kendin olduğunu maalesef biliyorsun. Yani burada, işi zora sokan dehşetli kederin farkında olman, “yapmadan” evvel üzerinde düşünmüş olmandan kaynaklı. Dönemeyeceğini bile bile dönebileceğin umudunu korumak da ne büyük ve acınası bir küstahlık. Bu umudu yanına erzak olarak almadıkça bir adım dahi atamayacağından artık öyle eminsin ki, tüm bildiklerini unutuvermek, yok olmakla eşdeğer sanki. Adlandırdıkça içinden çıkılmaz hallere soktuğun vaka, sen ona dokunmadan bir an önce orada olmaya devam etmiyor muydu? Bunu bildiğin halde bile onu bir daha o bir an önceye döndüremeyeceğini sezmekle elinden başka birşey gelemeyeceğini anlaman eş zamanlı. Tek yapmak gereken sadece kendine bakmakken, orada durana anlam bulmak, kendini kabuğundan başlayarak yemen gibi, oysa çekirdeğini ekemeden ölüp gideceğin de o denli aşikar ki.
Tek avuntunun onu yeniden yaratma olasılığı olduğunun farkındasın. Bunu da denemek için yanıp tutuşuyor lakin bu yüzden de yola çıkamıyorsun. Durduğun yerden ona olan mesafen asla azalmıyorken kavramları adeta bir urgan gibi eğirerek ona düğüm atmaya, çekip yanına almaya çalışıyorsun. Heyhat, heyben zaten bunlarla dolu değil mi? Sakatlanmış anların zavallı haramisisin sen... çünkü korkağın birisin!
Kafanı ikinci kez kaldırdığında yakaladığını sandığın şeyin değişmiş olduğunu görüp şaşırırken gözünü alan şey karşıdan vuran güneştir. Baktığın sen bile artık o ilk bakıştaki yerinden çoktan çekip gitmişken, “rüzgarda uçuşan” o tülün artık odandan dışarı değil içeri doğru kabarmış olduğunu görmek bir keşif mi sanıyorsun? Bunun üzerinden şiirler düzmek ne kadar da sana göre!
açlık
Benjamin; "Atinalıların adetince, yemekte yere düşen ekmek kırıntıları toplanmazdı, çünkü bunlar kahramanların payıydı. -Bir toplum zaruret ve hırsın sonucu olarak günün birinde, tabiatın verdiklerini ancak gaspedercesine alabilir hale gelecek kadar yozlaşmışsa, meyveleri pazara daha iyi getirebilmek için hamken koparır ve her tabağı sırf doyabilmek için sonuna kadar sıyırmadan edemez olmuşsa, toprağı fakirleşecek, ülkesi kötü mahsul verecektir." diyor Tek Yön’de. Tabak sıyırmak bugün sadece kıtlığın değil görgüsüzlüğün de göstergesi. Cinnet’te yazan Ahmet Orhan’ın bence yarım bıraktığı girişinde, geçen senenin bir gazetesinde bahsi geçen ve yemek yeme biçimlerinin analizi üzerine inceleme ve saptamalar yapan bir araştırmacıya göre yoksullar bir yemekten sonra misafirine “doydun mu”, burjuvalar ise “lezzetli mi” diye sorarlarmış, olası ve kulağa tanıdık bir önerme. Burada akla, yemeği yarım bırakmanın, yukarıda bahsedilen tabak sıyırmanın tersi olabileceği fikri geliyor, dikkat edin bu adet sadece cici kızların ilk buluşmalarında yaptıkları birşey değil, şık restoranların tıka basa dolu çöp konteynırlarından da rahatça gözlemlenebilecek bir gerçek (Manhattan’da, pahalı lokantaların mutfak servis kapılarından az yenmiş yemeklerin uygun fiyata satıldığı arka kapı satışlarını duymuşsunuzdur).
Burada zorlandığımız karar layık olduğun safa geçme daveti üzerine; tabak sıyıranlardan mı yoksa yarım bırakanlardan mısın? Fakir ama onurlu delikanlı ile sahtekar, haramzade zengin çocuğun safları işte bunlar. Manzara bu şekilde, sıyıranlar ve yarım bırakanlar şeklinde resmedildiği sürece başka bir dünya da mümkün değil ve herkes sadece bu tablodaki figürlerini olduğu kadarıyla canlandırmakla mükellef.
Ancak yarım bırakanlarla sıyıranların sıkıntı kategorileri farklı, ilki “can sıkıntısı” yaşıyor, “zaruriyetin başgöstermediği o iklimde yanlarına sokuluveren” bir içsel sıkıntı. Diğerinin yaşadığına ise olsa olsa “geçim sıkıntısı” demek kabil.
Bunuel’in “le charme discret de la bourgeoisie”de içeri tıktığı burjuvazi, yemek salonunun duvarlarını sanki kendi üzerine örmüştür. Afilli akşam yemeği töreni, törenselliği ve tören öncesi merasimlerini ve protokolü ve dahi hasta edici mükemmeliyeti kendi varoluşsal gediğine koymaya çalışır ama filmin sonuna kadar bunu başaramaz. Burjuva için yemek yemek sadece karın doyurmak hatta asla karın doyurmak değil, törensel bir gösteri ya da geçit töreni, bir sahnedir, yemekler ise sadece mutfakta gecenin bitmesi için bekleşen hizmetçileri doyuracaktır.
yarım kalan yarım kalıyormuş meğer..!
.......................................................................................................................................................
İmkansız olan birşeyin kalmamış olması düşüncesi herşeyi yapabilme umudunu doğurmuyor. Bunun ispatı da hemen ardından gelen bir sıkıntı yığılması ve adaletsizlik duygusu oluyor. Eylemde bulunma isteğini açığa çıkaran şeyin “sonra” olana duyulan güven ve ilerleme mitine duyulan inançla bağlantılı olması yüzünden bugün eylemler de sadece kaba bir devinim ve aldatmacadan (çekicilik kırıntıları taşıyan) ibaret. Plastiğin işgal ettiği anlam dizisinin bizde uyandırdığı herşeyin içinde biraz da geçip gidiverme, erime, buharlaşma hissi var. En dayanılmaz olan da, görünüm olarak başka bir malzemeyi andıran kaplamalar oluyor. Ahşap ya da tuğla olduğu hevesiyle uzanan bir elin içi boş, kaygan, hafif ve ölgün bir plastik yüzeye dokunduğu andaki hayal kırıklığı zamanla öfkeye ve tiksintiye dönüşüyor.
şu 'su forumu' başladı !
* Express Su Forumu Özel Sayısı, arka kapak.
** ancak su forumu biter "Su Serpici Forum" başlar: "Alternatif su forumu başlıyor!"
*** Dünya Su Forumlarının beşincisi, bu yılın Mart ayında, İstanbul’da dünya su politikalarını tartışmak üzere bir araya gelecek. Devlet yönetimlerinin ve özel şirketlerin domine ettiği forumda bugüne kadar ‘su’ sorununu yaratanlar konunun ‘çözümlerini’ arayacak. Bu güne kadar sosyal hareketleri dışlayarak alternatif forum süreçlerini doğuran bu kapalı ‘forum’un önemli gündemlerinden biri, Türkiye’deki su kaynaklarının ve baraj vb. yatırımların özelleştirme sürecine açılması.
Alternatif Forum süreçleri ise, Dünya Su Forumu toplantılarının sivil toplum kuruluşlarını ve su mücadelelerini dışlayıcı tavırları ve bu forumlarda aldıkları suyun özelleştirilmesinin önünü açan kararlara tepki olarak doğmuş süreçlerdir. Dördüncü Dünya Su Forumu’nun yapıldığı Meksika’da 320 şirket, devlet kurumları ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, kamusal su pazarının özelleştirilmesi ve bol kazançlı isletmelere dönüştürülmesi hakkında görüşmelerde bulundu. Meksika’daki sivil toplum örgütleri ise içme suyuna erişimin garanti altına alınmış bir insan hakki olarak hükümetler tarafından açıkça kabul edilmesini ve su yönetiminin demokratik, sürdürülebilir, adaletli ve eşit bir tarzda yürütülmesini talep etmişti. Dünya Su Forumu süreçlerinden dışlanan STK’lar bunun üzerine Dünya Su Forumu ile eş zamanlı alternatif forum düzenlediler.
Türkiye’de düzenlenen 5. Dünya Su Forumu da durum Meksika’dakinden farklı değil, Türkiye’den sadece bir kaç STK’nın “seçilerek” davet edildiği, yurtdışından çok sayıda sivil toplum kuruluşunun toplantı önerilerinin reddedildiği bir yapıda organize ediliyor. Bizler çok farklı bakış açılarından su konusunda mücadele eden kurum, kuruluş, STK, parti ve bireylerler olarak bunu kabul edilebilir bulmuyoruz ve 20-21-22 Mart tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi Santralistanbul kampusunde Alternatif Su Forumu düzenliyoruz.
Latin Amerika’dan, Afrika’ya, Uzak Doğu Asya’dan, Avrupa’ya kadar dünyanın her tarafında su konusunda mücadele eden hareketler ve bu konuyla ilgili araştırma yapan öğretim görevlilerinden, suyu anayasal bir hak olarak gören siyasetçilere kadar çok geniş bir çerçevede 3 gün boyunca SU’yu konuşuyoruz.
Alternatif Su Forumu 3 gün boyunca; Maude Barlow ( Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 63üncü dönem Su danışmanı), Jonathan Neale ( İngiliz yazar, Campaign Against Climate Change isimli iklim değişikliği kampanyasının sekreteri) gibi isimlerin yanı sıra Türkiye’den ve Dünyadan çeşitli su mücadelelerinin temsilcileri ile Türkiye’den Akın Birdal (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı) , Ufuk Uras ( ÖDP Milletvekili) , Sebahat Tuncel (DTP Milletvekili) , Ömer Madra ( Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni), Turgut Tarhanlı (Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku Profesörü) gibi isimlere ev sahipliği yapacak.
Alternatif Su Forumu, 20 Mart Cuma günü saat 17.00’de başlayacak etkinliklerin ardından 21 Mart sabahı saat 10.30’ da başlayacak Açılış Oturumu ve onu takip eden seminer ve atölyeler şeklinde devam edecek. Alternatif Su Forumu’nda ele alınacak 15 başlık ise şu şekilde ; “Türkiye’deki Ekolojik Tahribat”, “Ekolojik Su Yönetimi”, “Su Yönetimindeki Problemler ve Deneyimler”, “Su Krizi, Gıda Krizi ve Ekonomik Kriz”, “Hidroenerji, Barajlar ve Sürdürülebilirlik”, “Baraj Karşıtı Mücadele”, “Küresel İklim Değişikliği ve Su Politikaları”, “Sağlık, Yaşama Hakkı ve Su”, “İnsan Hakkı Olarak Su”, “Kamu Malı olarak Su ve Su Yönetimi”, “Hegemonya, Savaş ve Su Politikaları”, “Su ve Milliyetçilik”, “Su ve Kadın”, “Barajlar ve Kültürel Miras”, “Tarım ve Su Politikaları”
*** Basın özetinden.
http://www.alternatifsuforumu.org/
yararsız bir uzamda bu yatağın ne işi var?
Georges Perec, Yararsız Bir Uzama Dair, 1974
http://www.mekanar.com/tr/yarisma.html
artık değilim
Bu meselenin Türkiye’ye özgü diyebileceğim iki yönü var bence; ilk olarak söyleyebileceğim şey belki biraz daha tartışmaya açık olanı ancak bana göre kesinlikle önemli bir mevzu; Foucault çevirileri... Foucault’nun türkçeye yapılan çevirilerinin hemen çoğunda imzası olan Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirilerinin, onu orjinalinden okuma şansı bulamayanlar için nimetten sayılamayacağını iddia etmek isterim. Benim için Kılıçbay çevirileri gerçek birer can sıkıntısından ibaret ancak iddiamın arkasında olarak şunu da eklerim ki, bu çeviriler Foucault’ya büyük haksızlık.
İkinci mevzu ise daha net ve girişte de değindiğim mevzuya paralel ancak bu kez Ulus’a vereceğim sözü:
Türkiye gibi bir ülkede yaşayabilmek için iktidarlara karşı verilmesi zorunlu olan mücadeleler boyunca en azından birkaç noktada işe yarayabilecek olan bir düşünce ne yazık ki birtakım klişelere pek kolay feda ediliyor, oysa Foucault'nun büyük bir "doğruculukla" tasvir etmeyi başardığı "modern" denilen bütün bu kurumları, önce modern askeri kışla sistemini, ardından önce askeri sonra "sivil" hastaneyi, sonra zorunlu okulu, hapishaneyi ve bütün bu "disiplin" kurumlarını ithal eden bu satırları yazan kişi değil... biz kurumları pekala ithal etmişken bu eleştiriyi ithal etmemeyi makul görüyor haldeyiz...
ve buna da halen direniyor gibiyiz? Bu konu üzerinde böyle ısrarla duran burada Ulus değil benim zira Ulus yazısının girişini bu şekilde yaptıktan sonra doğru kendi konusuna dalıvermiş, bundan sonrası için bilhassa altını çizdiğim kısmını da aşağıda ben yazıyorum:
...Fabrika işçi için bir sorundur, tıpkı hastanenin hasta için bir sorun oluşturduğu gibi; cezaevi mahkum için bir sorundur, tıpkı okulun öğrenci için bir sorun olduğu gibi... bu durum bize bir zamanlar "muhafazakar mistisizm" adına Türkiye'ye rahatlıkla ithal edilmiş bir filozofun, Henri Bergson'un nedense bu ithalatta bulunmayan çok derin bir düşünce ve uyarısını hatırlatıyor: sorunlar ve sorular, sorulduklan anda öyle bir devreye girerler ki, onlara bir cevap bulmak zorunluymuş gibi gelir, bir öğretmenin soracağı en saçma-sapan soruya muhakkak doğru ya da yanlış cevaplar olmalıdır, öğrenci şöyle düşünecektir: soru verili olduğuna göre doğru bir cevabı var, onu söylemeyi başarmalıyım... doğruluk-yanlışlık kriterleri nedense soruların kendisi için yoktur, cevaplarda bulunurlar, böylece gün geçmez ki bizim için hazırlanmış ve medyada kotarılmış (buna ajanda deniyor) birtakım sorulara ve sorunlara muhatap olmayalım: psikolojik, sosyal, ekonomik sorunlar... neticede bu sorunların hangi anlamda şu ya da bu bireyi ilgilendiriyor olduğunu sormak bile anlamsızlaştınyor...
...Her durumda, birtakım olgusal gerçekler var: aileden okula, okuldan "vatani hizmete", oradan fabrikaya ya da "iş hayatına", bazen hastaneye, bazen cezaevine devredilip duruyoruz ölene dek... bu devir teslim işlevi, Gilles Deleuze'ün dikkat çektiği gibi hep bir "... artık değilsin" sözüyle gerçekleşiyor: okula başladığında sana "artık ailende değilsin" deniyor; böylece askerde veya fabrikada artık ailende ya da okulda değilsindir vesaire...
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,152,0,0,1,0
on üç tezde yazarlık tekniği
2. İstiyorsan, yapıp bitirdiğin işten başkalarına söz et, ama çalışma sürdükçe bir yerlerini okuma. Bu yoldan kazanacağın her hoşnutluk çalışma hızını kesecektir. Bu düzene uyulursa zamanla artacak olan kendini anlatma isteği gittikçe, çalışmanın tamamlanmasına yarayan ek bir itici güç olacaktır.
3. Çalışma çevresi konusunda gündelik hayatın orta-kararlığından kaçınmaya çalış. Adi gürültülerin eşlik ettiği bir yarı-sessizlik onur kırıcıdır. Buna karşılık bir müzik etüdünün ya da iş hayatından gelen bir ses kargaşasının eşliği, tıpkı gecenin kulakla duyulur sessizliği kadar yararlı olabilir. Böylesi sessizlik insanın içindeki kulağı keskinleştirse, o iç kulak kendi yoğunluğu sayesinde en sıra dışı gürültüleri bile silip geçen bir söyleyişin mihenk taşı haline gelir.
4. Sıradan el araçları kullanmaktan kaçın. İnce eleyip sık dokuyarak belli kağıtlar, kalem uçları, mürekkeplerde ısrar etmek yararlı olur. Bu araçların lüksü aranmayabilir, ama bolluğu olmazsa olmaz.
5. Kafandan hiçbir düşüncenin tebdili kıyafet geçmesine izin verme ve not defterini Emniyet’in yabancı uyruklular kayıtlarında gösterdiği sıklıkla tut.
6. Kalemini ilhama karşı duyarsız kıl, o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir kendisine ilhamı. Aklına gelen bir şeyi yazmakta ne kadar düşünceli bir çekingenlik gösterirsen, o ölçüde gelişip olgunlaşmış biçimde, gelip ellerine düşecektir. Söz düşünceyi fetheder, oysa yazı egemenliğine alır.
7. Hiçbir zaman aklına bir şey gelmez olduğu için yazmayı bırakma. Edebiyatçı onurunun bir buyruğu, yazmayı ancak ya uyulacak bir saat geldiğinde (yemek zamanı, bir buluşma) ya da eser bittiğinde kesmek yolundadır.
8. İlhamın gelmediği zamanı yaptığın eseri temize çekerek doldur. Sezgi bu sırada uyanacaktır.
9. Nulla dies sine linea-ama haftalar, pekala geçebilir.
10. Bir esere hiçbir zaman, üzerinde bir kere akşamdan gün aydınlanana kadar oturup çalışmadan bitmiş gözüyle bakma.
11. Eserin sonunu alıştığın çalışma odasında yazma. Gereken cesareti orada toplayamazsın.
12. Yazıya geçirmenin evreleri: düşünce –üslup- yazı. Temize çekmenin anlamı, dikkatin bu sırada artık yazı güzelliğinde toplanmasıdır. Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.
13. Eser, tasarımın ölü maskıdır.
“Tek Yön”, Walter Benjamin, Çev.:Tevfik DURAN, YKY yay., 2002, s.35
(bazı kısımlar bana fena vurduğu için vurgulanmıştır. bu vurgular ileride yazacaklarımın hem aracı hem de hammaddesi olacaktır)
lasker vs allen ya da gıcık satrancın sempatik maçı
Oyun Lasker’in d4 açılışıyla başlıyor. Allen ise e6 ile merkezden uzak duruyor. Lasker Af3, Allen f5 arkasından Lasker Ac3, Allen Af6 ve Lasker Fg5, Allen Fe7 yaptığında Allen kısa roka hazırlanmış, Lasker ise bunu sezerek planını uygulamaya koymuş. Burada tüm maçın hamlelerini sıkıcı satranç kodlarıyla anlatmak istemem ancak yukarıdaki dizini bir satranç tahtasında kurduğunuzda gözünüzün önünde çorap söküğünün canlanabilmesi için bundan sonraki birkaç hamleyi de hızlıca aşağıya vereyim:
5. Fxf6, Fxf6 6. e4, fxe4 7. Axe4, b6 8. Ae5, ve kısa rok (o-o) 9. Fd3, Fb7 10. Vh5, Ve7 11. Vxh7...
işte bundan sonra gelişen olaylar Allen’i 18 hamle sonunda şah ve mata sürüklüyor:
12. Axf6, Şh6 13. Aeg4, Şg5 14. h4, Şf4 15. g3, Şf3 16. Fe2, Şg2 17. Kh2, Şg1 18. Şd2 ve mat ve tamamı zorunlu hamleler !
Bu oyunu her izleyişimde Allen’ın neden buraya kadar inat ettiğini düşünmüşümdür. Halbuki 12. hatta 11. hamlede şah yıkabilirdi, oyunu mu okuyamadı yoksa... peki ama 15. ve 16. hamlelerde herşey belliyken? Belki de Allen, bu tam literatürlük oyun sayesinde tarihe geçeceğini sezmişti :)
reddet
Reddetme hakkı bir özgürlük biçimini tarifler, sıkılma hakkı ise gücünü tembellik hakkından alan bir yaşam biçimini.
bağımsız medya'da son duruma küçük bir değim!
Indymedia'nın tamamen sansürsüz platformu, tek "kural" olarak ortaya koydukları "ırkçı" olmayan ve temel haklara saygılı davranan tüm yayınlara geçiş izni verirken, eleğin üstünde de elbette bir takım tortular birikecekti. Yani sadece yukarıda saydığım kriterlere uymayan ve elbette teknik (tekrar edilmiş, okunamaz, erişilemez sahte link vs.) gerekçelerle kaldırılan iletilere engel konulmaktaydı izlediğim kadarıyla. Peki o halde saldırının nereden geldiğini sezmek çok mu güç? Pis bir koku alıyorum...
(Üstelik bu kadar uzun sürmesi de ayrı bir kaygı vesilesi; daha önce uluslararası ağının iletişimi de çeşitli defalar çeşitli ülkelerde engellenen indymedia, bu tip saldırılara da yabancı değildir sanırım... ama şimdilik iki haftadır uğraştıran bir hasar, benzerlerinin üstünde bir hali işaret ediyor sanki.)
Öte yandan %52.org'un da uzun süredir (taa Aleksis'in öldürülüşünden bu yana) yayınlarını askıya aldıklarını görüyorum. Aleksis'e bir saygı duruşu olarak anladığım ilk haftalardaki sessizliği ayları aşarak uzayınca bir sürü soru getiriyor akla. Umarım bunun nedeni sadece uzunca bir destek suskunluğu ya da belki de siteye emek koyanların Atina yolculuğudur...
denemelerim
büyük kentin mimarı ise bu hissiyatın pazar günleri gerçekleştiğini bilir.
1- deneyimlenen duygular için kapasitesini kaybeden adam, sonunda takvimden düşer...
büyük kent konutçusu bilir ki bu his pazarındır.
1- takvimden düşmüş olarak hislerini deneyimleme kapasitesini kaybeden adam...
büyük kentin inşacıları bilir ki; bu hissiyat pazar gününün hissiyatıdır.
1- adam kim kaybeder kapasitesini deneyimlenme için hisleri o olarak düşer takvimden....
büyük şehir konut inşa edicisi bilir bu duygulanım pazarda.
dinle küçük adam..!
"…Büyük adam, senin hoşuna gitmek için, senin o beş para etmez dostluğunu kazanmak için, kendini senin düzeyine indirmek, senin gibi konuşmak zorundadır, Küçük Adam; senin özelliklerine bürünmek zorundadır. Ama senin özelliklerine sahip olsa, senin dilini kullansa, dostluğunu kazansa, artık büyük, gerçek ve sade olmayacaktır. Kanıt mı istersin; Senin dilediğin gibi konuşan dostların olmadı asla.
sinikler
“Bugün sinikler yani toplumu anlayan ve ona alaycı ve eleştirel bir şekilde bakan insanlar, toplum karşısındaki yabancılıklarını, depresyonlarını ve hatta melankolilerini kontrol altına alarak topluma katılmayı öğrenmiş durumdalar. Bu sinikler, toplumu olduğu gibi, bütün kötülükleriyle gördüklerini düşünürler, ama asla değişemeyeceğine inanırlar. Bu yüzden de topluma katılırlar... daha da ötesi sinikler değişmeye karşı direnirler. Böylece toplumu, tüm kötülükleriyle birlikte ve en sofistike biçimde korumayı üstlenmiş olurlar.”
Ergin Yıldızoğlu (yani sanırım o)öykü yazan adam
Fakat tüm bu “makro-ekonomik” resmin kıyısında bir boya lekesi gibi öylece asılı duran işi artık tehlike altındaydı. Dört aydır maaş alamadığı gibi yemek parası da kesilmiş olduğundan karın tokluğuna dahi çalışamıyordu. Bırakıp gitmek en kolayı gibi görünüyor ama içeride birikmiş ücretleri ve tazminat haklarını alabilmek için bekliyordu.
İşte bu sıkıntılı günlerde, sıkıntılı günlerinde bir çıkış yolu bulabilmek amacıyla internetten birşeyler tararken karşısına çıkan bir öykü yarışmasına, sırf para kazanabileceği umuduyla iki günde bir öykü yazıp yolladıktan sonra hayatı değişen bir adamın öyküsünü yazmaya başladı. Bu öyküyü hiçbir zaman yollamadı ancak sonraki günlerde gelişen tuhaf birkaç olay yüzünden hayatı değişecekti. Ancak şimdi bizim konumuz bu değil, adamımızın bu serüvenidir. Öykü yukarıda dediğimiz gibi bir hikayeye dayanıyor ve şu şekilde başlıyordu:
“Artık iyice daralmıştı ve bu sıkıntılı günlerinde bir çıkış yolu bulabilmek amacıyla internetten birşeyler tararken karşısına çıkan bir öykü yarışmasına, sırf para kazanabileceği umuduyla iki günde bir öykü yazıp yolladıktan sonra hayatı değişen bir adamın öyküsünü yazmaya başladı...”
Yazdığı bu satırlar adama tanıdık geliyordu zira tanıdık geldikçe tuhaf bir hisse kapılıyor, bulunduğu zemin sanki buz tutmuş da bir yandan donuyor bir yandan bir tünele doğru kayarak uzaklaşıyordu. İşin aslı dışarıdan da görünen oydu ki o anda bulunduğu pozisyon çok tuhaftı, fakat bu tuhaflığı getiren onun bu haldeyken oturmuş bir hikaye kaleme alıyor oluşu daha da tuhafı bundan maddi medet umuyor olmasıydı. Oysa kendisi de çok iyi biliyordu ki bu ülkede yazından para değil düşman kazanılırdı. İleride bunu şöyle açıklayacaktı:
“Ben de farkındaydım ki o zor ve köşeye sıkışmış vaziyette oturup bir fantezi üzerine sakince hikayeler kaleme almak, üçüncü krizindeki Sokrates’in boş iyimserliği gibiydi. Ama tam olarak da öyle değildi zira içinde bulunduğum bu edimsizliğe ve edimsizliğin çaresizliğine ve çaresizliğin ölüm sessizliğine de bir moral olacaktı bu, başka bir gaye aramak da gülünç kaçıyordu zaten.”
Gülünç kaçan şey bu öyküyü bir yarışmaya sokup ödül beklemenin ta kendisiydi. Aslında bunu söylerken sadece oradan gelebilecek para ödülünü değil adı ünlenmiş bir öykücü olarak tanınmanın hazzını da kastediyordu.
Konu etrafında dolaşmak ne kadar çekici olsa da öyküye yani asıl konumuza dönelim; öyküsüne devam ettiği ertesi gün, uyuyup da uyanmışlığın verdiği bakış farkıyla olsa gerek hikayeden uzaklaşıp, öyküsünü yazma hikayesi üzerinde durmaya başladı. Saatler boyu yazıp yazıp sildiği paragraflar boyunca öyküyü değil, öykü yazan kendisini görüyor ve onu anlatmak için yanıp tutuşuyordu adeta. Bu gidişte öykünün yazılamayacağını, daha önce başlayıp başlayıp bıraktığı sayısız denemesinden biri olacağını bilmek bile canını sıkmaya yetmiyordu, anlattığı kendi hikayesiydi. Saatler sonra sonunda bilgisayarına kaydettiği paragraf şu şekildeydi:
“Yazdığı bu satırlar adama tanıdık geliyordu zira tanıdık geldikçe tuhaf bir hisse kapılıyor, bulunduğu zemin sanki buz tutmuş da bir yandan donuyor bir yandan bir tünele doğru kayarak uzaklaşıyordu. İşin aslı dışarıdan da görünen oydu ki o anda bulunduğu pozisyon çok tuhaftı, fakat bu tuhaflığı getiren onun bu haldeyken oturmuş bir hikaye kaleme alıyor oluşu daha da tuhafı bundan maddi medet umuyor olmasıydı...”
Artık iyice daralmıştı...
küresel yap-bozun 7 gevşek parçası
"Niçin Savaşıyoruz? Dördüncü Dünya Savaşı Başladı * " dan bir görselleştirme denemesi.
ayr.bkz.:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=direnis+cepleri
annus terribilise
yanl.yor.lat. korkunç anüs
çağr.lat. kıça giren yıl
* ekşiye tşk
ayr.bkz.: http://isikaybi.blogspot.com/2009/01/2009-diye-kod-ad-olmas-tuhaf-gelmeye.html
küçücük fıçıcık
Buralardan gidildiğinde midir nedir, ne Hamburg, ne Antwerp ne Barselona'ya benzemeyen bir gariplik var bu kentte. küçücük ama içi dolu turşucuk gibi birşey. Elli tane şey anlatılabilir ve burada bir daha anlatmam ise tekrara kaçabilir. Sadece netten bile yüzlerce yazı binlerce fotoğraf incelenebilir. Ama başta dediğim gibi bu tuhaf, keşfetmek isteğini kamçılayan bu kentte sadece bir gün geçirme şansın olsa bu günün yarısını bir müze binasının içinde geçirir miydin?
Evet. Amsterdam'daki tam 4 buçuk saatimi Van Gogh Müzesinde geçirdim. Çıktığımda tabanlarım sızlıyordu ve sersemlemiştim, ama sersemleten yorgunluk değil müzenin zaman-dizinsel ziyaret rotası üzerinde gittikçe artan şaşkınlık, hayranlık ve kederdi. Daha önce çok resmini görmüştüm, bayılmıştım ama gördüklerimin hiçbiri görmekte olduklarımdan biri bile değildi sanki. Bir resmin birebir etkisinin, bir performansın eş-zamanlılığının bu denli güçlü olabileceğini daha evvel nedense kestirememiştim. Zaman-dizinsel seyir zaten bildiğim ya da bildiğimizi sandığım sona doğru ilerlettikçe yanılgımın da ötesinde derin bir hüzne, bir kaygıya kapıldım. Sanki az sonra, büyük ihtimalle "son tablosunda" onun ölümüne tanıklık edecekmiş gibi. Sarı rengi kullanışından bahseden hiçbir yazı orada gördüğüm sarıyı anlatamamıştı, hiçbir tasvir o rölyefe kayan boya katmanlarını betimleyememişti sanki.
Evet ilk kez gidilen bir kentte, üstelik bu kent Amsterdam bile olsa, sadece bu serginin ziyareti bile tek başına bir seyahattir derim ben.
ikibindokuz onsekizbin eder
(uzunca düşünmeler, monitöre ayrı, klavyeye ayrı bakmalar, duvardan mana ummalar ve bir süre sonra)
neyse ben bir dipnot yazacağım şimdi:
dipnot: ben birşeyi hissediyorsam ya da mesela bir şans oyunu oynuyorsam çok ciddi ve vahim bir şekilde tam ters yöne doğru gidiliyor olabilir. bununla ilgili burada sayısız örnek geçmek istemiyorum ama şu kadarını diyeyim ki; insanlığın selameti için yukarıda dediklerimin arkasında durmak boynumun borcudur, o kadar...